TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı Ankara'da Gerçekleşti
TÜSİAD 2022 yılının ikinci Yüksek İstişare Konseyi toplantısı, bugün Ankara J.W. Marriott Hotel'de gerçekleşti. Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan tarafından yapıldı.
Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan tarafından yapıldı.
Küresel Likiditenin Daraldığı ve Pahalandığı Bir Ortamda Cari Açığın Finansman Yolları da Sınırlı
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan toplantıda gerçekleştirdiği konuşmada şunları dile getirdi :
"Sayın Başkan, Sayın Divan, TÜSİAD’ın Değerli Üyeleri, Sayın Basın Mensupları,
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına hazırlanırken başkentimizde yaptığımız bu toplantıda TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bundan 100 yıl önce cumhuriyetimiz kurulurken dünyada yaşanmakta olan sarsıntılara benzeyen bir dönemden geçiyoruz. Çeşitli önde gelen düşünürler ve siyasetçilerden kendi yaşamları boyunca bu kadar fazla, karmaşık ve iç içe geçen krizlerle dolu bir dönemi hatırlamadıklarını sık sık duyuyoruz.
Kuraklıklar, orman yangınları, seller ve yükselen ortalama sıcaklıklarla iyice yakından hissettiğimiz iklim değişimi, pandemi, göç ve mülteci meseleleri, dijital teknolojilerin toplumsal yaşamın tüm alanlarında yol açtığı değişimler ve şimdi de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile gündemi belirleyen jeopolitik riskler… Bir de bunların üzerine küresel ekonomide giderek belirginleşen bozulmayı eklemek gerekiyor.
Tam pandeminin etkilerini üzerimizden atıyoruz derken başlayan Ukrayna savaşı dünya ekonomisini derinden etkiliyor. Savaş sadece enerji fiyatlarında değil başta gıda maddeleri olmak üzere genelde hammadde fiyatlarında artışa ve bunun sonucu olarak da enflasyonda yükselişe yol açtı. Başlıca gelişmiş ülkelerde enflasyonun bu sene sonunda ortalama %6,8’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Enflasyondaki artış karşısında merkez bankaları para politikasını sıkılaştırmaya gitti. Bu durum tüm dünyada ekonomik aktiviteyi yavaşlatıyor. Ekonomik daralmanın en belirgin olduğu yerlerden birisi de bizim en büyük ekonomik ve ticari partnerimiz olan Avrupa.
Bu tablo içinde bu yılın ilk yarısında göstermiş olduğumuz %7,5 büyüme performansı bizi rahatlatmıyor. Çünkü ekonomimiz hızla yavaşlıyor. Oysa önemli olan yüksek büyümeyi sürdürebilmek. Ekonomi politikasının da esas hedefi yüksek büyümeyi sürekli kılmak üzere bünyeyi güçlendirmek olmalı. Ekonominin temelleri dışarıdan gelecek şoklara karşı yeterli ölçüde dayanıklı olmayınca, olumsuz etkiler kaçınılmaz oluyor. Nitekim, yüksek büyüme hızı gerileyerek üçüncü çeyrekte %4’ün altına indi. 2023 tahminlerini açıklayan birçok kuruluşa göre gelecek sene en fazla %3 büyüyebileceğiz. Son ihracat rakamları dünya ekonomisindeki özellikle de Avrupa’daki yavaşlamanın, bizi de olumsuz etkilemekte olduğunu gösteriyor. İhracat yavaşlarken, başta enerji olmak üzere yükselen hammadde fiyatları nedeniyle ithalat hızla artmaya devam ediyor.
Yenilenebilir enerjideki yüksek potansiyelimize rağmen ekonomimizde fosil yakıtların ağırlığı yüksek. Bu da ithalat faturasının düşürülmesindeki en büyük handikap. Doğru fiyatlama ve yatırım finansmanı sağlandığı takdirde, sanayi sektörü, rüzgar ve güneş enerjilerine daha fazla yatırım yapmaya hazır. Böylece hem ithalat faturası azalacak hem de net sıfır emisyon hedefine daha hızla yaklaşacağız.
Cari açık ve açığın finansmanı dün olduğu gibi bugün de ekonomimizin yumuşak karnı olmayı sürdürüyor. Cari açık ise üretim yapısından kaynaklanıyor. Bu yapıyı dönüştürmeden, yüksek teknolojiye dayalı, yüksek katma değerli bir ürün desenine geçmeden, sadece kurun yarattığı ucuzlatma etkisiyle cari açık sorunu çözülmüyor. TL’nin yüksek değer kaybına rağmen dış açık vermeye devam ediyoruz. Küresel likiditenin daraldığı ve pahalandığı bir ortamda cari açığın finansman yolları da sınırlı. Ekonomideki belirsizliklerin, sene başından bu yana sayısı iki yüzü aşan mevzuat değişikliklerinin doğurduğu tedirginliklerin yanında hukuk ve adalet sistemine ilişkin sıkıntıların da etkisiyle yabancı sermaye yatırımları gelmiyor. Gelen de yeni üretim yatırımlarına değil gayrimenkule geliyor. Enflasyon-faiz makasının hiç olmadığı kadar açılmış olduğu bir ortamda, üstelik birçok merkez bankası faiz oranlarını artırıyorken, yurtdışından sermaye girişinin de zemini olmuyor. Bu koşullar altında cari açığın finansmanı için elde merkez bankası rezervleri, bazı ülkelerin sağladığı imkanlar ve kaynağı belirsiz net hata ve noksan kalemi kalıyor. Bu tür finansmanın devam edip etmeyeceği ekonomi ile ilgili değil. Bu nedenle önümüzdeki aylarda cari açığın finansman koşullarının ne olacağını bilemiyoruz. Ama, hammadde fiyatları yüksek seyrederken yavaşlayan ihracatın cari açığa yol açacağını ve eğer cari açığın finansmanında sorun yaşanırsa ithalat yapmakta zorlanacağımızı biliyoruz.
Üretim yapısını değiştirmeden, ithalata bağımlılığı azaltmadan, ihracatın katma değer içeriğini yükseltmeden, yüksek teknolojili ürünlerin payını artırmadan döviz sorununu çözemeyiz. Döviz sorununu çözemezsek enflasyonu düşüremeyiz. Enflasyon bir ekonomideki bütün parametreleri bozan en büyük sorundur. Enflasyonu düşüremezsek, öngörü ufkunu uzatamaz, yatırım ortamını iyileştiremeyiz. Enflasyonu tek haneli düzeylere indiremezsek büyümeyi kalıcı olarak hızlandıramayız. Enflasyon sorununu çözemezsek, istihdam yaratamayız; refah artışı sağlayamayız, gelir adaletsizliklerini düzeltemeyiz. Bu nedenle ekonomi politikasının bir numaralı önceliği enflasyonun kalıcı olarak tek hanelere indirilmesi olmalı.
Yüksek enflasyon tüm dengeleri bozuyor. Yüksek enflasyon ortamında tasarrufların hızla eriyecek olması insanları tüketime yönlendiriyor. Tasarruflar ve dolayısıyla yatırımlar azalıyor. Veriler de bu duruma işaret ediyor. GSYH rakamları tüketimin %19 arttığını ancak yatırımların %1.3 gerilediğini gösteriyor. Bankacılık sektörüne dönük yoğun regülasyonlar reel sektörün finansmana erişimini güçleştiriyor. Kredilerin vadesi kısalıyor. En olumsuz etki yatırım kredisinde ortaya çıkıyor. İş dünyası çıkartılan çok sayıda düzenlemeyi takip etmekte, anlamakta ve uyum göstermekte zorlanıyor. Krediye ulaşmaktaki zorluklar, üretimi etkiliyor. Böyle giderse üreticiler ithalat yapamaz, üretemez hale gelecekler.
İzlenmekte olan para politikasının piyasalar üzerindeki etki gücü zayıfken, kullanılabilecek ekonomi politikası araçları da hızla daralıyor. 2001 krizinden sonra makroekonomik istikrarımızın en önemli bileşeninin mali disiplin olduğunu hatırladığımızda, kamu harcamalarındaki artış konusunda ihtiyatlı olmakta çok büyük yarar görüyoruz.
Değerli konuklar,
Bundan yaklaşık 75 yıl önce Winston Churchill “hiç kimse demokrasinin mükemmel olduğunu iddia edemez, yine de diğer tüm yönetim biçimleriyle karşılaştırıldığında en iyisi” demişti. Benzer biçimde, piyasa ekonomisi yaklaşımının da birçok zayıf noktası var. Yine de diğer tüm alternatifler karşısında elimizdeki en iyi yaklaşım bu. Diğerleriyle belki kısa süreler için başarılı sonuçlar alınıyormuş gibi görülebilir ama bozulan dengeler zamanla daha büyük bedellerin ödenmesiyle sonuçlanır. Çünkü ekonomik sistem birbiri ile bağlantılı işleyen alt sistemlerden oluşur. Bir yerdeki sıkıntı ister istemez diğer alanlara taşınır. Piyasanın işleyişine yoğun ve uzun süreli müdahale yapılması, makroekonomi yönetiminin yerini mikro düzeyde yönetimin almasına yol açar. Bu durum bir sonraki aşamada daha büyük krizlerin tohumlarını eker.
Türkiye’de ne zaman serbest piyasa ekonomisinden sapıldıysa her seferinde sonuç sıkıntılı olmuştur. Ekonomiyi canlandırmak için, döviz kurunu tutmak için faiz oranlarını bastırmak için serbest piyasanın dışına çıkarak alınan önlemler iki şeye yol açar:
İlk olarak, güven azalır. Piyasanın olağan akışının dışına çıkılması, artık bilindik kuralların çalışmadığı bir düzen yaratır. Kuralsızlık, belirsizlik ve güvensizlik, riski büyütür. Artan risk tüm dengeleri daha fazla bozar.
İkinci olarak, serbest piyasanın dışına çıkılması hiçbir zaman bir tek alanla sınırlı kalmaz. Piyasa dengelerinden herhangi birine iradi müdahale yapılması, zincirleme etki yaratır ve başka sorunlara yol açar. Çünkü ekonomik sistem birbiriyle bağlantılıdır. Bir yerden başlayan iradi müdahale ekonomik sistemin geneline yayılır.
Bu nedenle, ekonomide yaşanan sıkıntıları çözmenin en iyi yolu görünürdeki yarayı bandajlamak değildir. Esas çözüm bünyeyi güçlendirmektir; görünür sıkıntıların altında yatan sorunları ortadan kaldırmaktır. Buna da güveni yeniden sağlayarak başlamak gerekir.
Kurumlara, kurallara ve politikalara güveni sağlamakta en önemli unsur kadrolarıdır. Liyakat sahibi kadrolar, şeffaf bir iletişim ve hesapverebilirlik, politikaların da etki gücünü artırır. Bir diğer önemli unsur da ortak akıl ve istişare sürecinin işletilmesidir. Stratejiler, politikalar, kurallar, projeler bir kez ortak akılla, uzlaşıyla, ince eleyip sık dokunarak belirlendikten sonra, uygulamada süreklilik ve istikrar ile iyi bir yatırım ortamının temel gereklilikleri sağlanmış olur.
İstikrar ve güven sağlandıktan sonra ekonomik performansın nasıl yükseltileceğinin yolları, yöntemleri aslında çok da karışık değildir. Türk iş dünyasının kriz yönetimi konusundaki performansının üstünlüğünü tüm dünya bilir. Bu nedenle dünya ekonomisinin içinden geçmekte olduğu sorunlara rağmen, bugünkü sıkıntıları kısa sürede atlatmamız mümkün.
Sadece bugünkü sıkıntıları atlatmak değil, ne zamandır özlediğimiz, beklediğimiz atılımı yapmamız da mümkün. Bulunduğumuz coğrafyada insanıyla, sanayisinin gelişmişliğiyle, genç nüfusuyla, hem doğuyu hem batıyı kucaklayan tarihi ve kültürüyle, ülkemiz çok özel bir yerde duruyor.
Önümüzdeki görev, ülkemizin, yüksek potansiyelinin işaret ettiği yere gelmesi için hep beraber harekete geçmek. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına bu hedef etrafında birleşerek girmek istiyoruz. Önümüzdeki seçimlere hazırlanırken iktidar ve muhalefetten de beklentimiz ülkemizin, yüksek potansiyelini nasıl gerçekleştirebileceği konusundaki görüşlerini kamuoyu ile paylaşmaları. Siyasi partilerden duymak istediklerimiz: kişi başı gelir itibariyle zengin ülkeler arasına girmek, dijital devrimi yakalamak, net sıfır emisyona dönüşümü tamamlamak, toplumsal gelir adaletini ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için hangi hedefleri koydukları ve bu hedefleri gerçekleştirmek için hangi politikaları önerdikleri; hamaset, karşılıklı suçlamalar ve altı doldurulamayan iddialar değil.
Bu alanların nasıl düzenlenmesi gerektiğini özenle ele almamız ve tartışmamız gerekiyor.
Değerli Üyeler,
İklim değişikliğinin etkileri giderek daha belirgin oluyor. Olağandışı hava olaylarının şiddeti ve sıklığı artıyor. Ülkemiz de iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgeler arasında yer alıyor. Net-sıfır emisyon hedefi ve sürdürülebilirlik ilkesini hayata geçirmek yaşadığımız çevre açısından değil ekonomimizin küresel rekabet gücü açısından da önemli. AB’nin uygulamaya koyduğu Avrupa Yeşil Mutabakatı bunun en bariz örneği.
Ekonomi politikasında yoksulluğu azaltmaya ve gelir dağılımını iyileştirmeye özel bir önem verilmemesinin sonuçlarını da çok yakından gözlemleyebiliyoruz. Makroekonomik istikrarın bozulması ve enflasyonun hızlanması, yoksulluk ve gelir dağılımı üzerinde tahribat yaratıyor. 2017’den bu yana ortaya çıkan bozulma, enflasyondaki yükselmenin etkisiyle önümüzdeki yıllarda derlenecek verilerde daha net olarak görülebilecek.
Dijitalleşme konusunda da, teknolojideki muazzam değişimlerin hayatın tüm alanlarına uzanacak etkilerine karşı hazırlıklı olmalıyız. Dijital altyapı yatırımlarını tamamlamalı, iş dünyamızı, özellikle de KOBİ’lerimizi, işgücümüzü, gençlerimizi ve yaşlılarımızı, kısaca tüm toplumumuzu dijital çağın yetkinlikleri ile donatmalıyız. Aksi halde, daha önceki teknolojik devrimlerde olduğu gibi bu kez de, teknoloji ithalatçısı olmanın ötesine geçemeyiz. Oysa teknoloji ithalatçısı değil, üreticisi olmak istiyoruz.
Toplumsal cinsiyet eşitliği de kendiliğinden sağlanamıyor. Çünkü, toplumsal, ekonomik ve siyasi hayata kadınların eşit katılımının önündeki engeller kendi kendini yeniden üretiyor. Sadece kadınların değil, dezavantajlı tüm grupların toplumsal hayata eşit katılımını önceleyen politikalara ihtiyacımız var.
Bütün bu alanlardaki politikaların birbiriyle etkileşimi ve uyumunu da göz etmek gerekiyor. Aslında bu iş, iyi organize edilmiş bir planlama kurumunun görevi. İyi bir planlama, siyasi karar alma mekanizmasını güçlendirir, kamu politikalarının etkinliğini artırır, özel sektörde kaynak verimliliğini yükseltir, kaynakların üretime kanalize olmasını destekler. Üretmeyen ülke refah yaratamaz. Kaynaklar, yatırıma, Ar-Ge’ye, teknolojiye, bilime, inovasyona, eğitime, değil de hızlı getiri sunan rant alanlarına kayarsa, bu şekilde sağlanan büyüme kalıcı olmaz. Ülkenin geleceği ipotek altına alınmış olur. Bizim kısa vadede enflasyonu tek haneli düzeylere indirmemiz, orta vadede yapısal reformları yapmamız, bütün bunları yaparken bir yandan da eğitime, bilime, teknolojiye, yatırım yapıp uzun vadede üretim yapısını değiştirmemiz lazım. Bunu da, iyi bir planlama ve güçlü, tecrübeli, birikimli bir bürokrasi ile sektörlerdeki bilgi birikimini harekete geçirerek, uzmanların ve akademisyenlerin görüşlerini alarak, ortak aklı devreye sokarak yapabiliriz.
Değerli konuklar,
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken yukarıda bahsettiğim ekonomik ve toplumsal hedeflerimizin yanında birlikte yaşama düzeni ve ülkemizin küresel sistemdeki yerine ilişkin de hedeflerimiz var.
Ekonomik ve toplumsal hedeflerimize birlik beraberlik içinde, farklılıklarımızla bir arada yaşama irademizden aldığımız güçle ulaşabiliriz. Bu maksatla hukuk devletini mutlaka güçlendirmek, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını en güçlü biçimde tesis etmek, kuvvetler ayrılığını yerleştirmek, denetleyici ve düzenleyici kurumların özerkliğini sağlamak, yürütmenin hukuka bağlılığını ve hesap verebilirliğini iyileştirmek zorundayız.
Nasıl ki ülke içinde daha adil bir bölüşüm olmasından ve demokratik yönetimin güçlendirilmesinden yanayız, küresel düzlemde de daha adil, daha dengeli bir dünya idealimiz var. Birleşmiş Milletlerin görevini daha iyi yaptığı, yoksul ülkelerin dünya sahnesinde kendilerine sadece zengin doğal kaynaklarıyla değil, insani, doğal, kültürel, tarihi zenginlikleriyle de yer bulduğu bir küresel düzen görmek istiyoruz. Küresel ısınma, terör, suç ekonomisinin finansmanı, göç, güvenlik, salgın hastalıklar, açlık, kuraklık gibi küresel sorunlarla mücadelede zengin ülkelerin yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin çabalarına destek olması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye, böylesi bir küresel düzenin kurulmasında önemli misyonlar üstlenmesi gereken bir ülke.
20. yüzyıl başlarında bilim, teknoloji, sanayi, yatırımlar, üretim ve ticaret gibi alanlarda Batı açık ara lider konumundaydı. Cumhuriyetin kuruluşunda hedef muasır medeniyet seviyesini, yani Batıyı yakalamak idi. Hızla gelişmek ve kalkınmak sadece Türkiye’nin değil başka gelişmekte olan ülkelerin de vizyonuydu. 20. yüzyıl böyle şekillendi. İçinden geçmekte olduğumuz çoklu kriz ortamı, yirminci yüzyılın ekonomik modelinde bir takım iyileştirmeler yapılması gerektiğini gösteriyor. Dünya sorunları karşısında ülkeler arasında daha fazla uzlaşıya, işbirliğine ve dayanışmaya ihtiyaç büyüyor. Türkiye, batıyla doğu arasında yüzyıllardan beri oynadığı köprü rolüyle ikinci yüzyılında dünya için rol model olma potansiyeline sahip bir ülke. Nitekim Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra başlayan süreç, bu rolün bir anlamda kanıtı oldu.
Ancak Türkiye diğer gelişmekte olan ülkelere rol model olmak için önce kendi sorunlarını çözmeli. Yeni bir zihniyetle, yeni bir toplumsal seferberlik ruhuyla, uzlaşıyla ve ortak geleceği sahiplenmeyle çözemeyeceğimiz hiçbir sorunumuzun olmadığı inancıyla konuşmama son verirken, hepinizi saygıyla selamlıyorum."
**************************************************************************
1923’te ABD, Dünyada Lider Konumunu Üstlenirken, 2023’te Liderliği Bir Dizi Tehdit Altında
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan'da toplantıda gerçekleştirdiği konuşmadı şunları söyledi:
"Sayın Başkan, değerli Divan üyeleri ve TÜSİAD üyeleri, değerli konuklar ve basın mensupları, Yılın bu son Yüksek İstişare Konseyi toplantısında hepinizi TÜSİAD Yönetim Kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Yeni bir yıla girmenin heyecanı, bu sene her zamankinden daha yüksek. Çünkü 2023, cumhuriyetimizin yüzüncü yılı. Bir yüzyılı arkada bırakmanın özgüveniyle, ikinci yüzyıla başlıyoruz.
Değerli konuklar,
Genellikle yeni bir yıla girerken, geçmiş yılın muhasebesini ortaya koyar, gelecek dönem için hedefleri belirleyip, planlama yaparız. Ama cumhuriyetimizin birinci yüzyılını geride bırakırken, daha uzun vadeli bir değerlendirme de yapmak gerekiyor.
Bu açıdan, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Girerken” başlıklı panelimizi heyecanla bekliyorum. Panelimizde yer alan değerli akademisyenlerimize, bugün bizimle oldukları için çok teşekkür ediyorum.
Son aylarda Türkiye’nin farklı bölgelerinde katıldığım toplantılarda ve basın temaslarımda, güncel ekonomik ve sosyal sorunlarımızı ve çözüm önerilerimizi, her fırsatta dile getirdim.
Yüksek enflasyon, finansman imkanlarının sıkışıklığı, sık değişen regülasyonların yarattığı sıkıntılar, enerji arz güvenliği ve enerji verimliliği, ihracattaki kan kaybı, büyümedeki yavaşlama, çalışma yaşamındaki sorunlar gibi, birçok güncel konuyla ilgili görüşlerimizi ifade ettim.
Tuncay Bey de konuşmasında, başta ekonomi olmak üzere, güncel durum değerlendirmesine kapsamlı biçimde yer verdi.
Ben de, bugünkü konuşmamda şu soruya odaklanmak istiyorum: 100 yıllık cumhuriyetimizin birikimleriyle adım atacağımız ikinci yüzyılımızdan ne bekliyoruz?
Değerli konuklar,
2023’e girerken dünya, aynen 1923’teki gibi, bir dizi sorunla boğuşuyor. Küresel düzen, bir kez daha ciddi sınamalardan geçiyor.
1923’te ABD, dünyada lider konumunu üstlenirken, 2023’te liderliği bir dizi tehdit altında. Birinci Dünya Savaşı öncesinde göçler tüm dünyayı etkiliyordu; bugün de öyle.
Birinci yüzyılın başında Türkiye nüfus hareketleri ile sarsılmıştı; bugün de Türkiye dünyada en çok mülteci barındıran ülke. Göç sorunu, ekonomik ve sosyal boyutlarının yanısıra, jeopolitik, siyasal ve demografik riskler taşıyor.
1918’de, İspanyol gribi milyonların ölümüne yol açmıştı. İki yıldır ise covid virüsü dünyayı kasıp kavuruyor.
Ondokuzuncu yüzyıla girerken, elektrik ve içten yanmalı motorlar ekonomik ve toplumsal hayatta devrim yaratıyordu. Bugün ise, dijital teknolojiler ve biyoteknoloji benzer bir sürece yol açıyor.
Nasıl ki, Cumhuriyetimiz; bir dizi karışıklık, belirsizlik, risk ve tehdit altındayken, her biri gelecek açısından yaşamsal önemde tercihler yapılarak kurulduysa, bugün de, ikinci yüzyıla benzer bir tablo altında giriyoruz.
Değerli konuklar,
Cumhuriyetimiz kurulurken yapılmış olan tercihlerden en belirleyici olanı, egemenliğe ilişkindi. İktidarın, halkın seçtiği kişiler tarafından, yaşam boyu değil, sınırlandırılmış bir süre için ve mutlak değil, sınırlandırılmış yetkilerle kullanıldığı, … cumhuriyet tercihi yapılmıştı.
Egemenlik; kamuya, yani hak ve özgürlüklerle donatılmış ve yönetime katılma görev ve sorumluluğuna sahip eşit yurttaşlardan oluşan topluma ait olacaktı. Cumhuriyet kavramının önemli ve ayrılmaz bir parçası olan laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin de temelindeki en asli unsurlardan birisi olmuştu.
Aradan geçen bir yüzyılda, siyasi sistemimizi, cumhuriyetin bu temel değerleri üzerinde ve demokratikleşme doğrultusunda iyileştirmek için çalıştık. Burada zaman geldi, çok ciddi sıçramalar yaptık; zaman geldi, geriye düştük.
Ülkeyi kuran ve otuz yıl boyunca tek başına yönetmiş olan parti, 1950’de milli iradenin farklı tecelli etmesi sonucunda iktidarı devretti. Böylece, demokratik olgunluğun iktidarın seçimle değişmesi olduğu, siyasi hayatımızın tecrübeleri arasına katılmış oldu.
Darbeler, muhtıralar, post-modern darbeler ve darbe girişimlerinden aldığı yaralardan sonra, evrensel demokratik değerleri her seferinde yeniden inşa etme yollarını aradık. Demokrasinin değerleri dediğimiz ilkelerin, aslında, binlerce yıllık insanlık tecrübesinin birikimleri olduğu bilinciyle hareket ettik.
Ve demokrasi tarihimiz boyunca, bütün iniş ve çıkışlarımızdan ders alarak, önemli bir birikime sahip olduk.
İşte bu birikimden yararlanarak, ikinci yüzyılda cumhuriyet değerleriyle demokratik değerleri bir arada yükseltmeye hazırız.
Bizler;
Bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin önemini de,
çoğunluk kadar çoğulculuğu da,
din ve vicdan özgürlüğünü de,
devlet ve din işlerinin ayrılmasını da,
tüm vatandaşların imtiyazsız eşitliğini de,
neyin kamu yararına olduğunun, toplumun eşit vatandaşlarına ait bir karar olduğunu da
biliyoruz.
Demokratik bir cumhuriyetin;
toplumsal cinsiyet,
inanç konusundaki bireysel tercih,
etnik kimlik ve benzeri konularda hiçbir ayrım yapmadan, tüm vatandaşların eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğu, bir toplum düzenini esas aldığının bilincindeyiz.
İkinci yüzyılımızda, herkesin, hiçbir ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşitliği, hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı tartışmalarını geride bırakmak istiyoruz.
Tüm vatandaşların hakkının-hukukunun gözetildiğinden hiç kimsenin şüphe etmediği;
kadınların, çocukların tacize, tecavüze, şiddete uğramalarına, küçük yaşta evliliklere hiçbir gerekçeyle göz yumulmadığı bir toplum hayalini, maalesef günümüzde hala korumak durumunda kalıyoruz.
Değerli konuklar,
Ülke olarak büyük ideallerimiz var. Ama bu büyük ideallerin, bireyi aşan ve ezen boyutunun yol açabileceği risklerin de farkındayız. Bu nedenle bireyi devlet karşısında güçlendirmenin ve bireyi topluma ve devlete ezdirmemenin gerekli olduğunu da biliyoruz.
Devleti güçlü kılarken, insan haklarını, özgürlükleri, katılımcılığı ve çoğulculuğu da güçlendirmeyi akılda tutmalıyız. Ülkemizi uluslararası arenada büyük ve güçlü kılmanın yolunun; adil, şefkatli ve gücün paylaşıldığı bir devlet yapısından geçtiğini hatırlamalıyız.
Değerli konuklar,
1923’te yeni devletin kuruluşunda, küresel sistemdeki yerimize ilişkin de bir tercih yapılmıştı. Bu tercih her şeyden önce tam bağımsızlıktı. Dış politikaya yaklaşımı, bağımsızlığın korunması ve güçlendirilmesi şekillendiriyordu. Ama bağımsızlık, evrensel kurallara dayalı liberal demokratik dünya düzeninin eşit ve saygın bir üyesi olmak çerçevesinde değerlendiriliyordu. Bu yüzden Batıya karşı yapılan kurtuluş mücadelesi, batıdan kopmakla sonuçlanmamıştı.
Bugün, dünya sistemi bir yüzyıl öncesinden bir hayli farklı. Küresel esenlik için işbirliği gerektiren; demokratik, ekonomik, teknolojik, ekolojik, sağlık, enerji, göç gibi alanların her biri, jeopolitik rekabetin kıskacı altında.
Coğrafi konumu gereği Türkiye, kritik öneme sahip az sayıda ülkeden birisi.
Küresel gelişmelere nasıl cevap vereceğimiz,
alış-veriş anlayışının yerine ilkeler ve kurallar üzerinde yükselen bir dış politikayı nasıl oluşturacağımız,
ulusal güvenlik kaygılarını gözetirken, dostlukları derinleştirip düşmanlıkları nasıl azaltacağımız,
ülkemizin refahını ve ilerlemesini başa koyarken, uluslararası sistemin tasarımına nasıl katkı yapacağımız,
ikinci yüzyılımızın şekillenmesinde önem taşıyacak.
Ülkemizin coğrafi konumlanışı da, tarihsel modernleşme çizgisi de, bugün, transatlantik ittifak ve AB ile cisimleşen modern dünyanın bir parçası olma doğrultusundadır. Bu durum, demokratik ülkeler topluluğunun eşit bir üyesi olma iradesi ile örtüşüyor. Avrupa Konseyi, NATO üyeliği, AB katılım hedefi ve gümrük birliği konuları, hep bu köklü anlayışın doğal sonuçlarıdır. Uzun vadeli çıkarları ifade eden bu konum, önümüzdeki dönemde de iç siyasetteki dinamiklere feda edilmemeli. Bu bağlamda AB ile ilişkilerin göç eksenli alışveriş ilişkisinden kurtarılarak, yeniden bir ilerleme çıpası haline gelmesi zorunludur.
Önümüzdeki zorlu jeopolitik süreci başarıyla yönetebilmek için ülkemizin dış politikayı, demokrasiyi ve ekonomik gelişmeyi bir arada ve birbirini destekleyecek biçimde ele alması gerekiyor.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da ekonomisindeki kazançların derecesiyle orantılı olur.”
Değerli konuklar,
Hiç şüphesiz, evrensel kurallar ve değerler üzerine kurulu liberal demokratik dünya düzeninin bir parçası olmak ve güçlü demokratik kurumların mevcudiyeti, ekonomik ilerlemenin koşulları açısından belirleyici olacak.
Cumhuriyetimizin birinci yüzyılı, iç ve dış siyasetin ekonomi üzerindeki etkisini bariz biçimde ortaya koyar.
Kayırmacılığın, yolsuzlukların,
ahbap-çavuş kapitalizminin,
kaynakların verimli alanlara değil, kişisel ilişkiler üzerinden aktarılmasının
ekonomik ilerlemeyi nasıl zayıflattığını, teori ve tarih, gözler önüne serer.
Yüksek büyümenin reçetesi;
küresel düzenle iyi entegrasyondan,
evrensel normlara uygun yatırım ikliminden,
başarının sırrının; adamını bulmak değil, iyi bir iş fikri bulmak olduğu iş ortamından,
duyum almanın değil, öngörülebilirliğin önemli olduğu bir piyasadan,
deneysel değil, deneyime dayalı,
popülizme değil, uzun vadeli hedeflere odaklanan,
kayırmacılığa değil, kurallara dayalı bir ekonomi politikası anlayışından oluşur.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu anlayışın egemen olduğu dönemlerde, kişi başına gelir artışımız hızlandı; bu anlayıştan uzaklaştığımızda ise, uluslararası refah karşılaştırmalarında hep geriye düştük.
Değerli konuklar,
Büyümeyi hızlandırmak ve refah seviyesini artırmak hedeflerine ikinci yüzyılda ulaşabilmek, kurum ve kuralları iyi belirleyip, piyasa ve kamu yararını iyi dengeleyince, hiç de zor olmayacak.
Ama geçmişten farklı olarak, yirmibirinci yüzyıla, dikkate almamız gereken çok önemli bir konuyla giriyoruz: artık sadece nasıl büyüyeceğimize değil, ekolojik dengeyi de gözeten bir büyümeyi nasıl sağlayacağımıza dikkat etmeliyiz.
İklim değişikliğinin etkilerini her geçen gün, daha da artan şiddette ve sıklıkta hissediyoruz.
Mevcut üretim ve tüketim alışkanlıklarının yarattığı çevresel riskler ve azalan kaynaklar veri alındığında, ekonomik büyüme modelimizi, sürdürülebilirlik ekseninde yeniden kurgulamalıyız.
Bu süreç yatırım, istihdam, rekabet gücü, ekonomik istikrar ve refah üzerinde önemli etkiler de yaratacak.
Değerli konuklar,
İkinci yüzyılın temel konularından birisi de gelirin daha adil bölüşümü olmalı.
Cumhuriyet kurulduğunda İstanbul ile Anadolu arasında her açıdan çok derin gelişmişlik uçurumları vardı.
Aradan geçen yüzyıl içinde, gelir seviyesi her yerde arttı; Anadolu’nun her yerinde gelişme hız kazandı ama eşitsizlikler azalmadı.
Bölgeler, nüfus dilimleri ve işteki durum itibariyle refah farklılıkları, toplumu bölen ve kutuplaştıran diğer unsurların yanına, ilave bir unsur olarak eklendi.
1923 Türkiye’sinin Osmanlı’dan devraldığı en zayıf miras, belki de, bilim ve eğitimdi. Bu yüzden, genç cumhuriyetin medeniyet projesinin en büyük ayaklarından birisi eğitim, bilim ve kültür alanlarındaki atılım çabasıydı.
Maalesef, bu atılımın devamını getirmekte çok başarılı olamadık. Niteliğin nicelikten daha önemli olduğunu unuttuk. Anaokulundan yükseköğrenime kadar eğitimin her kademesinde, kalite, erişim, yönetişim sorunları yaşıyoruz.
Eğitimdeki sorunlara ilaveten, Ar-Ge faaliyetlerine ayrılan kaynaklar görece yetersiz, kaynakların kullanımı da verimli değil.
Eğitim ve bilimde, Ar-Ge’de yaşanan bu sorunların sonucunu,
patent ve buluş sayılarında düşüklük,
üretimin düşük ve orta teknolojili alanlarda kilitlenmesi,
iş dünyasının aradığı becerilere sahip işgücü bulamaması,
üniversite mezunu gençlerin okudukları bölümle ilgili işlerde istihdam edilememeleri gibi, bir dizi alanda görüyoruz.
Oysa ekonominin bugünkü performansını belirleyen verimlilik için de, bir sonraki dönemi belirleyecek olan teknolojik ilerleme için de, esas belirleyici eğitim ve bilim. Bu alanlardaki sorunlar, kaçınılmaz olarak gelecek dönemlerde ekonomik performansı daraltacak.
İşte, geçen seneki “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” çalışmamızda bu yüzden insan, bilim ve kurumlar demiştik.
Bilime ve insana yatırımın sonuçlarını ancak uzun vadede görebiliriz. Bu nedenle, kısa vadede makroekonomik istikrarsızlık sorununu çözerken, eş anlı olarak da, bu alanlara yatırım yapmaya ve bu alanlardaki kurumsal yapıları en doğru biçimde kurmaya başlamamız gerekiyor.
Unutmayalım ki; uzun vade, kısa vadelerin toplamından oluşur. O özlediğimiz gelecek için bugünden atılması gereken adımları atmazsak, o gelecek hiçbir zaman gelmeyecek.
Gençlerimizin, yeni nesillerimizin, potansiyellerini ve hayallerini bu topraklarda hayata geçirmeleri için gerekli iklimi yaratmak, hepimizin sorumluluğu.
Değerli konuklar;
TÜSİAD olarak biz,
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında
Müreffeh,
Toplumsal refahın adil biçimde dağıldığı,
Fırsat eşitliğini ve insani kalkınmasını sağlamış,
Hukukun üstün olduğu,
İnsan haklarına eksiksiz biçimde, amasız-fakatsız riayet eden,
Kadın-erkek eşitliğini her alanda hayata geçirmiş,
Demokrasiyi bir yaşam tarzı haline getirmiş, katılımcılığı ve çoğulculuğu özümsemiş,
Üretim ve tüketim standartlarıyla doğaya zarar vermeyen,
Çevreyle uyumlu,
Dijital ve yeşil dönüşümü başarmış,
Bilimsel bilgi üretiminde, evrensel standartları yakalamış,
Avrupa Birliği entegrasyonunu sağlamış,
Gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir Türkiye hayal ediyoruz.
TÜSİAD olarak bu hayalin gerçekleşmesine katkı sağlamak için, yüzüncü yılımızda yeni bir proje başlatıyoruz.
Cumhuriyetin kuruluşunda yerel toplumsal dinamiklerin katkısından ve katılımcılığından hareketle,
cumhuriyetin kurucu unsurlarından olan yerel kongrelerden ilham alarak,
demokrasinin erdeminin çoğunluk kararından değil, çoğulculuktan geldiğinin farkında olarak,
cumhuriyetin, toplumun tüm vatandaşlarının eşit katılımı üzerine kurulu olduğunu hatırlayarak,
cumhuriyet tarihi boyunca reformculuğun devletteki önemini ve toplumdaki karşılığını bilerek,
"şimdi söylemek değil, söyleşmek zamanı" diyoruz.
Önümüzde, ortak geleceğimizi kurgularken, cevap bulmamız gereken sorular var:
Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz?
Küresel dönüşümlerde, ulusal stratejimizi nasıl konumlandıracağız?
Çevreyi koruyan bir kalkınma nasıl olmalı?
Refahı artırırken, bölüşümü daha adil nasıl yaparız?
Tüm toplumu ilgilendiren bu sorulara yanıt aramak üzere, yerelde paydaşları bir araya getireceğimiz ve yıl boyunca sürecek bir tartışma platformu başlatıyoruz.
Bu süreçte çok önemli bir şansımız olduğunu düşünüyoruz.
Karşı karşıya olduğumuz tüm sorunların çözümü için, ne yapılması gerektiğini ortaya koyacak yetişmiş siyasi ve bürokratik kadrolarımız, teknik ve akademik birikimimiz, dinamik ve deneyimli iş dünyamız ve gelişmiş bir sivil toplumumuz var.
Ve belki daha da önemlisi, son zamanlarda biraz kaybetmiş olsak da, toplum içinde sorunları tartışma geleneğimiz var.
Bugün, ne demokratikleşmenin gerekleri, biçimleri, yolları; ne de ekonomik istikrarın nasıl ve hangi politikalarla sağlanacağı, hiçbirimiz için yeni konular değil.
Bütün bu çetrefil konuların hepsinde, toplumun kılcal damarlarına uzanan bir birikim oluştu. Şimdi yapmamız gereken, bu birikimi açığa çıkartmak.
Ulusumuzun çok değerli enerjisini, kamplaşma ve kutuplaşmanın yarattığı gerilimlerle heba etmeyelim.
Çok kültürlü, zengin bir coğrafyanın kadim tarihine sahip bir ulus olarak, cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı ideali çerçevesinde, bir araya gelelim.
Hangi inançtan,
hangi etnik kimlikten,
hangi sınıftan,
hangi cinsiyetten,
hangi toplumsal gruptan olursak olalım,
cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı için Türkiye hayalimizi hep birlikte konuşmaya başlayalım.
Konuşarak,
birbirimizi dinleyerek, anlayarak,
her kesimin umut ve hayallerini içeren ortak bir gelecek noktasında birleşelim. Bu ortak gelecek için şimdiden hep beraber çalışmaya başlayalım. Biz buna hazırız. Eminiz, bütün Türkiye de hazır.
Bir yüzyıl önce, bugünkünden daha vahim olan zorlukları el birliği ile aşmışsak, bugün de aşarız.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında parlak bir geleceğin heyecanıyla, hepinizi saygıyla selamlıyorum."