TÜSİAD YİK Toplantısı Gerçekleştirildi
TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısı 3 Aralık Perşembe günü 10:00 - 10:40 saatleri arasında çevrimiçi olarak gerçekleştirildi. Toplantıda, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski birer konuşma yaptı. İki konuşmacı da; AB süreci ile bağlantılı siyasal, sosyal, hukuki, ekonomik alanda yapılması gereken reformlara vurgu yaptı.
Avrupa Birliği için Reformlar Önemli
Konuşmasına, 2020 yılında Pandemi sebebiyle beklentilerin karşılanamadığından bahsederek başlayan, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Sayın Başkan, Sayın Divan, TÜSİAD’ın Değerli Üyeleri, Sayın Basın Mensupları, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. TÜSİAD tarihinde ilk kez Yüksek İstişare Konseyi toplantımızı yüz yüze yapamıyoruz. Pandemi nedeniyle bir araya gelemesek de dijital teknolojiler bize sanal ortamda istişare yapma imkânı sağlıyor. Umarım verimli bir toplantı olur.
2021 yılına girmemize günler kaldı. Eminim siz de benim gibi bu yılın bitmesini dört gözle bekliyorsunuz. Bu yıl o kadar olumsuzluklarla doluydu ki hepimiz gelecek yılın biraz daha iyi olmasını ümit ediyoruz. Aslında başlarında 2020 yılından da umutluyduk. Ancak Covid 19 pandemisi tüm olumlu beklentileri boşa çıkardı. Çok büyük bir felaketle karşı karşıya kaldık. Sadece biz değil, tüm dünya bu mücadelede çok zorlanıyor. Pandemiyi önlemek için kısıtlama tedbirlerine başvuruluyor. Kısıtlamaların uzun bir süre devam etmesi üretim ve dağıtım kanallarını tıkıyor. Sağlık sistemini, sağlık yatırımlarını tartışırız; tartışmamız da gerekir. Ama şurası bir gerçek ki, sahip olduğu sağlık altyapısıyla Türkiye, salgınla mücadelede zorlanmaya başlamış olsa da bazı ülkeler gibi altyapı sorunu yaşamadı. Bu süreçte büyük bir özveriyle görevlerini yapan tüm sağlık çalışanlarına, ülke olarak minnettarlığımızı bir kez de ben dile getirmek isterim. Son günlerde salgının ülkemizde büyük bir hızla arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bizlerin de, vatandaşlar olarak birbirimizin sağlığını gözetmek için getirilen kurallara sıkı sıkıya uymamız gerektiğini ben de vurgulamak isterim. Aşı geliştirme çabaları hakkında gelen olumlu haberler, pandemiyi nihayet yenebileceğimiz umudunu doğuruyor. Pandemiyi yenmek ise ekonomide yarattığı tahribatın sona ereceği ve artık yaraları sarmaya başlayabileceğimiz anlamına da geliyor. Ülkemizdeki ekonomik gelişmeler açısından 2021, 2020’ye kıyasla daha fazla umut vaat ediyor. Umuyoruz ki aşağı yönlü gidişat artık yavaşlayıp durmuştur ve yukarı doğru hareketlenme başlamıştır. Ekonomi yönetiminde hata yapılmaması durumunda bir dizi gösterge iyileşme sürecine girecek. Tabi ki ekonomideki yaraların tamamen sarılması kolay olmayacak ve vakit alacak. Bir soluklanma fırsatı yakalıyoruz ve bunu, yüksek enflasyon, yüksek faiz, Türk Lirasının değer kaybı, ithalata bağımlılık, ihracatta rekabet gücünün düşüklüğü, borçlanma sarmalı, istihdam yaratamama gibi kronik sorunların çözümü için iyi kullanmamız gerekiyor. Çünkü ekonomide bir süredir sorunların üst üste yığılıp biriktiği bir dönemden geçtik.
Sorunları ileriye ötelemek yerine kökten çözmek için ihtiyaç duyduğumuz en öncelikli unsur, kurumlara duyulan güvenin pekişmesi. Ekonomiyle ilgili tüm kurumların kanunla tanımlanmış görevlerini, kanunların çizdiği özerklik çerçevesinde yerine getirmesi en büyük beklentimiz. Bu noktada, tüm denetleyici ve düzenleyici kurumlara büyük sorumluluk düşüyor. Güvenin pekişmesini sağlayacak olan ise şeffaflık ve hesap verebilirlik. Tüm ekonomik birimlerin sağlıklı analiz ve uzun vadeli tahmin ve planlama yapabilmesi için doğru ve dünyayla kıyaslanabilir bilgiye ve bu bilginin şeffaf biçimde paylaşılmasına ihtiyaç var. Doğru bilgi yoksa doğru karar da verilemiyor. Doğru bilgi firmalar için olduğu kadar devletin kendisi için de önemli. Doğru bilgi ve güçlü analitik kapasite, isabetli tahmin yapmayı mümkün kılar. Makroekonomik istikrarı sağlamanın ve sağlıklı bir reform programı uygulamanın yolu buradan geçer. Doğru bilgi sadece piyasaya ilişkin güncel sayısal veri değildir. Hele konu reformlar olunca, atılacak adımların sosyal, siyasi ve ekonomik sonuçlarını öngörebilmek, toplum içinde istişare mekanizmalarının sağlıklı biçimde çalışmasına bağlıdır. Düşüncenin ve eleştirinin özgürce dile getirilebildiği bir tartışma ortamı, çoğulcu ve özgür bir medya, birbirini dinleyen bir toplum, topluma kulak veren bir siyaset anlayışı, yetkin ve çözüm odaklı bir bürokrasi, ülke yönetiminde hata yapma ihtimalini düşürür. Yine de, kul işidir, hata olabilir, ama bu durumda da hatanın boyutu küçük olur; hatadan dönmek kolay olur. Eğer toplum içinde istişare mekanizmaları sağlıklı biçimde çalışabilirse, karar alma süreçleri de aşağıdan yukarıya çalışmaya başlar. Bu yöntem, deneme yanılma mekanizmasından çok daha iyi çalışır. Daha etkindir ve maliyeti daha düşüktür. Dün alınan kararlar bugün değiştirilmez. Dün yapılan yatırımlar bugün atıl hale gelmez. Kaynak israfı, enerji israfı ve en kötüsü umut israfı ortaya çıkmaz. Geleceğe ilişkin pozitif mesajlar tabii ki hepimizi çok memnun ediyor; ama esas ihtiyaç duyduğumuz söylenenlerin kuvveden fiile dönmesi . ”
Konuşmasında; Avrupa Birliği sürecine de değinen TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan sözlerine şöyle devam etti: “Pandemi, ekonomi ve toplum üzerinde büyük değişiklikler yarattı. Pandemi sonrasında da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ülke olarak değer zincirlerinde meydana gelecek değişimlerden olumlu etkilenme olasılığımız yüksek. Çünkü coğrafya açısından çok şanslıyız. Çünkü geçmişten gelen gelişkin bir üretim yapımız, yetişmiş, kalifiye işgücümüz ve iyi bir altyapımız var. Eğer teknolojiye ve insana yatırım yapar, ekonomik istikrarı sağlar, iş ve yatırım ortamında uzun süredir beklenen hukuki reformları bir an önce tamamlarsak önümüze açılan bu fırsattan yararlanabiliriz. Pandemi, tarım sektörünün, gıda üretiminin stratejik önemini de tekrar hatırlamamıza vesile oldu. Aslında, dışarıyla ticaret kanallarında sıkıntı yaşanması durumunda, sadece tarım değil genel olarak yurtiçi üretim kapasitesinin ne kadar hayati olduğu da ortaya çıktı. Üretimde yurtdışına bağımlılık, salgın sırasında olduğu gibi nihai ürün ve ara girdi temini açısından büyük sorun yaratıyor. Bu nedenle, stratejik ürünlerin yurtiçi üretim imkanlarını geliştirecek, ama bunu kaynak dağılımını bozmadan, piyasa sinyallerini engellemeden yapabilecek bir model üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Üretim olmazsa ihracat da, istihdam da, katma değer de, vergi de olmaz. Yeni bir üretim seferberliğine hemen başlamazsak, yarın çok geç kalmış olmaktan korkarım. Üretimi artıracaksak, yatırım oranlarını yükselteceksek bunu tabi ki reel faiz oranlarının yüksek değil elverişli bir seviyede olduğu bir ortamda yapabiliriz. Makroekonomik istikrarın ciddi ölçüde bozulduğu durumlarda, şok tedavisi olarak faiz artışı kaçınılmaz olur. Ancak adı üzerinde, şok tedavisi uzun süre kullanılmaz. Kullanılırsa bünyede başka rahatsızlıklar baş gösterir. Yüksek reel faiz, sonuçta, para üzerinden para kazanmaktır. Para üretime gitmez. Üretime giderse, getiri oranı, olağandan yüksek olan çok riskli alanlara gider. Bunun sonucunda üretim kapasitesi daralır, kaynaklar verimli projelere değil spekülatif alanlara kayar. Üstelik gelir dağılımı da bozulur. Bunlar arzu edilir sonuçlar değildir. Eğer geleceğe ilişkin belirsizlikler azalırsa, enflasyon beklentileri düşerse, siyasi ve ekonomik riskler hafiflerse, faiz oranları da düşme eğilimine girer. Faiz oranlarını kalıcı olarak düşürmek istiyorsak enflasyonu düşürmemiz, ekonomik reformları yapmamız, siyasi ve jeopolitik riskleri hafifletmemiz ve öngörülebilirliği sağlayacak olan hukuk reformlarını tamamlamamız gerekiyor. Aksi takdirde, faizler asansör gibi bir iner bir çıkar. Son zamanlarda dikkatle izlediğimiz ikinci bir gelişme alanı dış politika. Dünyada kural temelli uluslararası düzenin güçlenmesi beklentileri mutlaka ülkemizi de olumlu etkileyecek. Bunun içinde bulunduğumuz coğrafyaya da olumlu yansımaları olacak. İran’la nükleer anlaşmaya geri dönülmesi, Suriye’de güvenlik ve istikrarın, Türkiye’nin çıkarlarını da gözetecek biçimde tesis edilmesi gibi gelişmeler, ülkemizin bölgesel potansiyelinin hayat bulmasını sağlayacak. Geçen sene yapmış olduğum konuşmalarda, Türkiye’nin küresel düzendeki yerinin kural temelli uluslararası sistem içinde olduğuna dikkat çekmiştim. Uluslararası ilişkilerimizin konjonktüre göre şekillenen ikili düzlemde bir alış-veriş ilişkisi olmaması gerektiğini vurgulamıştım. Türkiye’nin AB üyelik sürecini bu açıdan önemli görüyorum. AB üyelik hedefi, geçmişte olduğu gibi bugün de, yarın da Türkiye’nin küresel sistemdeki saygın yeri açısından önemli bir parametre. Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olması yeni bir şey değil. Yüzlerce yıldır böyleydi. Kâh çatışarak kâh uzlaşarak hep Avrupa ile iç içe olduk. Ekonomide, teknolojide, dış politikada Avrupa ile ilişkimiz hep canlı oldu; biz Avrupa’yı, Avrupa bizi etkiledi. Her büyük ülke gibi kültür ve değerler açısından yerel özgünlüğümüzü koruduk ama devlet yapısı olarak, yönetim tarzı olarak, hukuk düzeni olarak, hatta düşünce akımları olarak yönelimlerimiz hep batı ile iç içe şekillendi. Cumhuriyet kurulduğundan beri devlet anlayışımızı, başka yerlerde olduğu gibi bir şahsın ya da partinin gücüne değil, Batı Avrupa’da olduğu gibi milli egemenliğe ve demokrasiye dayandırdık. Devlet kapitalizmi ve otoriterlik ile tanımlanan bloka değil, özgürlükçü demokrasi ile tanımlanan bloka ait olma iradesini gösterdik. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifi, geçmişte olduğu gibi bugün de hukuk, ekonomi ve demokrasi başlıklarında ihtiyacımız olan reformlar için kuvvetli bir referans ve bir çıpa işlevi görecektir. Doğrudur, Avrupa Birliği’nin siyasi liderleri geçmişte Türkiye’ye taraflı davranmış, çifte standart uygulamış, haksızlık yapmıştır. Bugün de durum çok farklı değil. Daha geçen hafta, AB savaş gemilerinin Libya’ya giden bir Türk gemisini haksız, hukuksuz biçimde durdurup izinsiz aramaya kalkışması bu yanlı politikaların son örneği. Avrupa Birliği’nin bu tür ortak stratejik hedeflere hiçbir şekilde hizmet etmeyen girişimleri bir kenara bırakması lazım. İlişkilerde, kurumsal bir düzlemde ilerleme sağlanması, Türkiye’nin de, Avrupa Birliği’nin de çıkarlarına uygundur. Bu anlamda, güncelliğini yitirmiş olan Gümrük Birliği’nin Yeşil Anlaşma, Dijital Avrupa, tarım, kamu alımları ve hizmetleri de içine alacak şekilde güncellenmesi, vize serbestisi diyaloğunun tamamlanması gibi atılacak somut adımlarla ilişkilerde yeni bir dinamik harekete geçebilir. Avrupa Birliği’nin ekonomik ve siyasi etki alanının genişlemesi ve hatta Avrupa’nın karşı karşıya olduğu göçmen krizi, demografik kriz, yabancı düşmanlığı gibi sorunların çözülmesi açısından da Türkiye, önemli katkılar sunabilecek bir ülke. Türkiye’nin önemini ve özelliğini belirleyen unsur batıya öykünmesi değil. Türkiye, devlet yapısı laik ve vatandaşlarının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve farklı inançlara ev sahipliği yapan bir ülke. Aynı zamanda demokratik bir cumhuriyet. Belki birçok başka toplumda olduğu gibi, Atatürk’ten bu yana karizmatik liderlerin toplumda bir karşılığı var. Ama cumhuriyete geçildiğinden beri, Türkiye’de halk demokrasiye olan bağlılığını sayısız kez, hem de büyük bedeller ödeyerek kanıtladı . Tükiye’nin 20. yüzyıldaki vizyonu çağdaş uygarlık düzeyini simgeleyen Batıyı yakalamaktır. Bu, sadece Tükiye’nin değil diğer birçok gelişmekte olan ülkenin de benimsemiş olduğu bir hedeftir. Bu vizyon, 20. yüzyıl başlarındaki teknoloji, yatırımlar, üretim ve ticaret eğilimleri ile çok uyumludur. 21. yüzyıla girdiğimizde batının bir yüzyıl önceki konumunun da değişmekte olduğu görülüyor. Batının küresel ekonomideki ağırlığı azalıyor. Son on yıllarda göçmen karşıtlığı, ırkçılık, islamofobi ve yabancı düşmanlığı artış gösterdi. Yine de, özgürlükçü, eşitlikçi anlayış ve kardeşlik ruhu bu eğilimlere direniyor. Bir yandan otoriterlik ve popülizm yükseliyor ama diğer yandan demokrasinin, kuralların ve kurumların üstünlüğünü savunanlar karşısında bu yükselişin arkası gelmiyor. Gelir ve servet adaletsizliğinin ulaşmış olduğu ürkütücü boyuta karşı yeni reçeteler aranıyor. Doğayı acımasızca kullanmış olmanın faturası ortaya çıkıyor. Çevre felaketleri sıklaşıyor.Ama çevreyle dost yeni bir ekonomik ve toplumsal düzenin de temelleri atılıyor. Bütün bunların üzerine eklenen pandemi felaketi ile mücadele etmek, beraber davranmayı, güçbirliğini, işbirliğini gerektiriyor. Kısacası, eskiyle yeni arasında kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Bu zorlukların üstesinden tüm dünya olarak hep birlikte gelmek mecburiyetindeyiz. Bütün bu çoklu krizler karşısında değişim kabiliyetini göstermek zorundayız. Rönesanstan bu yana batı değişebilme kabiliyetini gösterdi, birçok krizi aştı. Batı bugün hala, demokratik standartların gelişkinliğinde, kurumlar ve kuralların sistematik işleyişinde mihenk taşı.
Batıyla doğu arasında yüzyıllardan beri oynadığı köprü rolüyle Türkiye, yeni dönemin inşasına katkı yapabilecek ülkelerden birisi. Kamplaşmayı, kutuplaşmayı aşma, demokrasisini ve ekonomisini güçlendirme, hukukun üstünlüğününe dayalı adil bir toplumsal yapı kurma konularında başarılı olmuş bir Türkiye, sadece kendi dertlerine çare bulmuş olmaz. Üst üste binen krizlerle şekillenen 21. yüzyıl dünyasında, liberal demokratik sistemin reformunda etkili bir rol oynar. Ve dünyaya da örnek olur.”
Konuşmasında; Siyasal, sosyal ve ekonomik olarak reformların önemine vurgu yapan, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan sözlerini şu şekilde noktaladı: “Son günlerin üçüncü önemli başlığı ise hukuk ve demokrasi reformu. Güvenlik endişelerini geride bırakıp, nihayet özgürlükleri genişletme noktasına gelmiş olduğumuza inanıyoruz. Yargı Reformu Strateji Belgesi geçen yıl hazırlanmış ve ardından 3 yargı paketi kanunlaşmıştı. Ancak hukuk reformu alanında daha almamız gereken çok mesafe var. Temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının üstünde en ufak bir gölge bile kalmamalı. Mülkiyet hakkı ve sözleşme serbestisi gibi konular, rekabetçi bir piyasa mekanizmasının etkin bir şekilde işlemesinin ön koşulu. Bugün bu ön koşulun yerine getirilmesi noktasındaki tartışmayı çoktan geride bırakmış olmamız gerekir. Yabancı sermaye yatırımları için, iş ve yatırım ortamında hukukun üstünlüğünü tesis etmek mutlak bir zorunluluktur. Aksi halde hiçbir yabancı, uzun vadeli üretken yatırım yapmaz. Eğer yaparsa, bunların amacı, birkaç yüzyıl öncesinin sömürgelerinde olduğu gibi sadece ülke kaynaklarını en kolay yoldan transfer etmek olur. Doğrudur, bugün dünya konjonktüründe beliren yeni ekonomik fırsatlardan yararlanabilmek için demokrasinin güçlendirilmesi gerekir. Ancak, hak ve özgürlükler alanlarındaki sorunlar sadece piyasa mekanizmalarına ilişkin düzenleyici çerçeve ile sınırlı olmadığı gibi eğitimde, girişim kurmada, iş ve çalışma yaşamında fırsat eşitliğinin sağlanması ile de sınırlı değil. Tüm altyapısı ile demokrasi, ekonomik istikrarın, uzun vadeli yatırımların, ekonomik büyümenin, aş ve iş yaratmanın teminatıdır. Bunlar aynı zamanda siyasi istikrarın da teminatıdır. Bundan 23 sene önce yayımladığımız Demokratikleşme Perspektifleri raporumuzda söylediğimiz gibi demokrasi konusu, TÜSİAD için de, Türkiye için de, konjonktürel değil ilkesel bir konudur. Pragmatizmle ise hiç bir araya gelmez. Bu konuya “ne getirir, ne götürür” hesaplarıyla bakılamaz. Devlete ve demokrasiye olan güven, o gün de söylemiş olduğumuz gibi, yüzeysel çözümlere bel bağlamak yerine, köklü çözümlere yönelmekle gerçekleşecektir. Bugün köklü çözümlere yönelebilecek bir noktaya gelmiş olduğumuza inanıyoruz. Geçmiş dönemde güvenlik risklerini önceleyen bir süreç yaşadık. Milli güvenliği tehdit eden PKK, FETÖ, DAEŞ gibi terör örgütleriyle mücadele ettik. Ve bu mücadelede de epey bir yol kat ettik. Bugün artık geçmiş dönemde öne çıkmış olan güvenlik kaygılarının yerini özgürlüklerin ve demokrasinin alanının genişletilmesi ihtiyacı almış durumda.
Uluslararası ilişkilerde ve ekonomi, hukuk ve demokrasi reformlarında 2021’den beklentilerimizi özetlediğim konuşmamı bitirirken, beklentilerimizi boşa çıkarabilecek risklerin mevcudiyetine de işaret etmek isterim. Korkarım ki bu risklerin sayısı hiç az değil. Üstelik gerçekleşme ihtimalleri de hiç düşük değil. Bütün bunlara rağmen ülkemizin müthiş bir potansiyeli var. Ve bu müthiş potansiyeli hayata geçirebilecek bir dönüm noktasına yaklaşıyoruz. Bu potansiyeli nasıl kullanabileceğimiz üzerine uzun uzun düşünüp, tartışıp sonunda tüm toplum olarak bir uzlaşıya varmamız gerektiği düşünceleriyle konuşmama son veriyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.”
Pandemi Dünyayı Sarstı
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski’de konuşmasına Covid - 19 Pandemisinin dünyaya etkisini anlatarak başladı. Kaslowski sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bugün, sanal ortamda sizinle toplanmaktan gerçekten büyük mutluluk duyuyorum. Birbirimizle buluşacağımız günleri de doğrusu iple çekiyorum. Uzun bir aradan sonra yaptığımız bu toplantıda, sona ermekte olan yılın kısa bir değerlendirmesini paylaşmak ve içinde bulunduğumuz durumun nasıl aşılabileceğiyle ilgili görüş ve çalışmalarımızı dikkatinize sunmak istiyorum. 2020 yılı başladığında, pek azımız bizi nelerin beklediğini tahmin edebiliyordu. Daha önce Asya’da veya Afrika’da patlayan salgınlar gibi, Covid-19’un da o bölgelerle sınırlı kalacağını, sadece biz değil, Batı’da yaşayan pek çok kişi de düşündü. Salgının kaynağından doğru bilgi akışının sağlanmaması, belki de önlenebilecek bir küresel felaketin önünü açtı. Ülkelere, bireylere, ekonomilere büyük zarar verdi. Gelir dağılımı uçurumu derinleşti. Eşitsizlik ve yoksullukta patlama yaşandı. Dışardan tedarikin riskleri su yüzüne çıktı. Tedarik zincirlerinin güvenliği çok büyük önem kazandı. Yatırım faaliyetleri bu doğrultuda şekil almaya başladı. Yerli sanayinin korunmasının önemi giderek daha fazla vurgulanır oldu. Dünya Ekonomik Forumu’nun Başkanı Klaus Schwap, neo-liberal anlayışın bırakılması gerektiğini, artık farklı bir küreselleşme modelinin gerektiğini yazdı. Pandemi tecrübesi, iklim değişikliği sorununun küresel ölçekte yaratacağı etkinin boyutunu, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirginleştirdi. Yılın sonlarına doğru aşı çalışmalarından gelen haberler, tünelin sonunda bir ışık olduğu müjdesini verdi. Bilim ile bilim dışının anlaşılmaz şekilde bir büyük mücadele içine girdiği günümüzde, bilim insanlığa katkısını bir kez daha gösterdi. Geliştirilecek aşıların, dünyadaki tüm insanların erişimine, dayanışma içinde, eş zamanda ulaştırılmasını diliyoruz ve bekliyoruz. Bu kadar kısa sürede böyle bir ilerlemenin kaydedilmesi bilim dünyasındaki işbirliği ahlakı, karşılıklı güven ve bilgi paylaşımına dayanıyor. Öncü şirketlerden BioNtech’in kurucularının Türk kökenli olması bizler için bir gurur vesilesi oldu. Gerekli eğitim, özgür araştırma ortamı ve imkân sağlandığında insanlarımızın neleri başarabileceğini gösterdi.”
Önümüzdeki yılın ilk yarısının oldukça zor geçeceğini belirten Kaslowski sözlerine şöyle devam etti: “Hepinizin bildiği gibi hemen hemen tüm ekonomiler, bu dramatik değişikliklere ve pandemi krizinin şoklarına hazırlıksız yakalandı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de iktisat biliminin gereklerinden sapma gösteren politikalar, sorunların derinleşmesine yol açtı. Büyümeyi gözeten bir yaklaşım benimsenirken, bunun yönetiminde sorunlar yaşandı. Büyüme tercihi bir ölçüde gerekli sayılabilir. Ancak bu politikanın izlenmesinde çıkan sorunlara uygun tepki verilmemesi sonucu, tıkanıklıklar yaşandı. Doğru zamanda araç ve güzergâh düzeltmesine gidilmemesi piyasalarda dengesizliklere, döviz rezervlerimizin erimesine yol açtı. Sayın Sağlık Bakanımızın son dönemdeki beyanlarından ise, pandeminin yaygınlığı ve toplumsal sağlığa verdiği zararın tahmin edilenden daha vahim olduğu anlaşıldı. Yeni alınan tedbirler, durumu bize tüm çıplaklığıyla göstermiş oldu. İş dünyası olarak bir taraftan çalışanlarımızın sağlığını ve istihdamı korumaya çalışırken, diğer taraftan olağanüstü etkilenen piyasa koşulları ile mücadeleye odaklandık. Tüm bu süreç boyunca ekonomik istikrar, piyasa işleyişi, pandeminin sektörel etkileri ve dış ticaret gelişmeleri ile ilgili olarak özel sektörün görüş ve önerilerini karar alıcılar ile sürekli paylaştık. Üyelerimizin şirketlerinin, hangi sektörde olurlarsa olsunlar, bir taraftan krizi yönetmeye çalışırken, diğer taraftan da piyasa, iş yapma ve yönetim tarzlarını sarsan bu değişim dalgasına uyma çabasında olduklarını biliyorum. Dünyada artan şirket ve devlet borçluluğu, yeni şartlara uyum açısından hepimizi zorluyor. Devletlerin piyasa mekanizmalarını tahrip etmeden neler yapması gerektiği hususu ile yeni bir parasal genişleme döneminin arifesinde olup olmadığımız tartışılıyor. Bu aşamada, yeni ekonomi yönetimiyle yeni bir başlangıç yapma olanağı doğdu. Nitekim ilk alınan tedbirler piyasalarda hemen bir rahatlamaya yol açtı. Yaşadığımız onca deneyimden sonra, ekonomi yönetiminde neye ihtiyacımız olduğunu şaşmaz bir kesinlikle biliyoruz: Yalınlık, şeffaflık, öngörülebilirlik, kurumsallık, hesap verilebilirlik, karar vericilerle ekonominin aktörleri arasında yapıcı ve süreklilik arz eden bir iletişim. Bu özelliklerin kısa vadeyi yönetirken, uzun vadede atılması gereken zorunlu adımlara da bizi hazırlayacağına inanıyoruz. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz bir ders daha var: Ekonomi politikaları, piyasaların işleyişi, sermaye akışlarının yönü elbette rasyonel yaklaşımlara, iyi yönetime, konusuna hâkim teknokrat ve bürokratlara gereksinim duyuyor. Ancak bunlara ilaveten hukukun üstünlüğü, hızlı ve adil şekilde çalışan güvenilir bir yargı sistemi olmadan, bu özellikler kalıcı ve sürdürülebilir büyümenin önünü açmaya, yatırım sermayesinin ülkeye akmasını tek başlarına sağlamaya yetmiyor. Bu nedenle, reform hedefleri ilan edildiğinde, hukuk ve yargı reformunun da bu gündemin içinde olduğunu duymak memnuniyet verici oldu. Bu reformlar, toplumu her açıdan etkileyen genel bir hukuk felsefesi ve yargı anlayışı çerçevesinde ele alınmalı, toplumsal katkı alacak şekilde formüle edilmelidir. Covid öncesinde başlamış köklü dönüşümlerin pandemi nedeniyle hızlandığı bir döneme girdik. Çin’in yükselişi, dünya gelirinin ve nüfusunun yüzde 30’unu oluşturan ülkelerin yeni imzaladıkları Bölgesel Kapsayıcı Ekonomik Ortaklık anlaşması, dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesini yarattı. Başkan Trump’ın daha göreve gelir gelmez Obama döneminde imzalanan, gene devasa bir serbest ticaret bölgesi yaratan Trans Pacific Partnership anlaşmasından çekilmesinin yarattığı boşluğu Çin doldurdu.
Bu anlaşmanın kapsamı Trans Pacific Partnership’e göre oldukça mütevazı olsa da bu gelişmeye Çin’in yükselişinin bir simgesi diye de bakabiliriz. ”
Dört yıllık bir kargaşa ve müttefiklerle yaşanan sorunlu bir dönemin ardından, ABD’nin yeni yönetiminin bu durumda nasıl hareket edeceği sorusunun cevabı gelecek yılın akışını önemli ölçüde belirleyecek diyen Kaslowski sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Başkan seçilen Biden’in ilk Bakan tercihleri, ekonomide istihdam ve eşitsizlik meselelerini ciddiye alan, dış politikada ise ABD’nin asıl gücünü oluşturan ittifak ilişkilerini onarmaya azmetmiş bir ekibin göreve başladığını düşündürüyor. Bu ekibin ittifak ilişkilerini onarırken gerek demokratik tutumu önceleyerek önceki yönetimden farklılaşmak, gerekse de ABD’nin stratejik rakibi olarak belirlenen Çin ile arasındaki siyasi ve ideolojik ayrımı vurgulamak amacıyla insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında daha aktif bir tutum benimsemesi bekleniyor.
Avrupa Birliği ve ABD’nin yeni yönetimi, yeşil ekonomi programları uygulama iradesine sahiptir. Bu tercihin ticaret ve üretime etkisi derin olacaktır. Devletin de biz şirketler kadar bu gerçek karşısında gerekli adımları atması gerekecektir. Bunu gerçekleştirebilmek üzere biz özel sektör olarak tedbirlerimizi alırız, gerekeni de yapmaya çalışırız. Ancak öncelikle safların daha da keskinleşeceği bir ortamda Türkiye’nin gerek stratejik gerekse ekonomik aidiyetlerini bir kez daha çıkarları doğrultusunda gözden geçirmesi de kaçınılmazdır. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizdeki kriz herkesin malumu. Karşılıklı suçlamalarla bir yere varılmayacağını iki tarafın da anlaması gerektiğini düşünüyoruz. Taraflar arasındaki güven eksikliği, sinir uçlarının çok açık olması, çıkarlara odaklanmış bir diyaloğun başlamasını engelliyor. Roseline gemisinde yapılan aramadaki hukuksuzluk, yaraların neden bir türlü kapanmadığını gösteren bir gelişmeydi. Sert üslupla yapılan tartışmaların kimseye yarar getireceğini sanmıyoruz. Avrupa Birliği, Covid sonrasında, bu krizin de etkisiyle kendisine yeni bir rota çizmek üzere ilk adımını attı. Temmuz ayında, bugüne kadar gerçekleşmeyen ortak borçlanma yönünde karar alındı. Salgın sonrası toparlanma süreciyle sınırlı bu adımın arkasının gelip gelmeyeceğini Türk iş dünyası olarak yakından izlememiz gerektiğini düşünüyorum. Özgürlükçü demokratik değerleri alenen çiğneyen Polonya ve Macaristan’ın bütçeden pay alabilmeleri, hukukun üstünlüğü kriterine uyumlarının denetlenmesi şartına bağlandı. İkili bunu veto ettilerse de gelecek hafta yapılacak zirvede bu vetoyu aşacak farklı bir formül bulunabilir.
Bu zirve Türkiye-AB ilişkileri açısından kritik önemde. Az önce değindiğim güvensizlik, üslup sertliği ve diyalog eksikliği, Ekim ayında AB Konseyi’nde açıklanan Türkiye kararlarındaki olumlu açılımın, Aralık Zirvesinde önünün tıkanmasına yol açabilir. İleriye yönelik olarak ilişkilerin farklı bir raya oturtulması gerekiyor. Her iki tarafın çıkarına hizmet edecek yeni bir dönemin başlayabilmesi, her şeyden önce taraflar arasındaki güvenin tesis edilebilmesine bağlı. Karşılıklı olarak güven artırıcı jestlere, söylemlere ve somut bazı adımlara ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Dış politikanın bir yandan güvenlik sağlarken diğer yandan da refahı artırması gerekir. Bu bağlamda; diplomasinin ve diplomatik dilin daha baskın olduğu bir dış politika tarzına dönmekte, her konuda olduğu gibi ülkeler arası ilişkilerde de karşılıklı güven ortamının yaratılmasında ülkemiz açısından büyük yarar olacağına inanıyoruz. Doğu Akdeniz’de haklı olduğumuz konuların anlaşılmasını da böyle bir yaklaşımın ziyadesiyle kolaylaştıracağını düşünüyoruz.
Konuşmasının son bölümünde reform vurgusunun altını çizen TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski sözlerini şu şekilde noktlaladı: “Yeni yıla zor koşullarda gireceğimize kuşku yok. Daha önce pek çok kriz yaşamış, bunları yönetmiş ve atlatmış bir ülkeyiz. Temel hak ve hürriyetler konusunda daha az güvenlikçi, daha fazla özgürlükçü bir çizgiye geldiğimiz taktirde, ülkemizin enerjisini verimli ve yapıcı bir yöne sevk edebileceğinden eminim. Geçtiğimiz Cumartesi günü vefatının 18. Yıldönümünde anılan Prof. Dr. Bülent Tanör, 1997 yılında, biraz evvel Yüksek İstişare Konseyi Başkanımız Sayın Tuncay Özilhan’ın bahsettiği gibi, TÜSİAD için “demokratikleşme perspektifleri” raporunu hazırladığında da Türkiye ağır bir krizden geçiyordu. Bu rapor nedeniyle kendisi görev yaptığı İstanbul Üniversitesinde baskılara maruz kaldı. Ama o rapor 2000’li yıllarda AB mevzuatına uyum çalışmalarında ve Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin gündeme gelmesi çalışmalarında faydalanılan çok kıymetli bir rehber oldu.
Pandemi öncesinde iktisadi büyüme yaklaşımlarının radikal olarak değişim gösterdiği bir arka plan varken ve yeni, adil ve sürdürülebilir bir küresel denge arayışı hızla sürerken, yeni bir Türkiye Hikayesi’ne ihtiyaç bizce çok açık. Ancak bu şekilde toplumdaki bölünmeleri, giderek artan karşılıklı itimatsızlığı aşabileceğimizi düşünüyorum. Pek çok çalışmada ve araştırmada bir toplumun kendisini ileriye taşıyabilmesi için en önemli unsurlardan birisinin, hatta başlıcasının güven olduğu ortaya çıkıyor. Bu sözcüğü, hem ortak bir ideale yönelecek olanların birbirine güven duyması anlamında, hem de bu yeni hikâyeye katkıda bulunacak olanların kendilerine güven duymaları anlamında kullanıyorum. Güveni inşa etmeden kolektif gücümüzü, insan kaynaklarımızı, tarihsel birikimimizden kaynaklanan becerilerimizi harekete geçiremeyiz.
Bu anlayışla, biz de çalışmalarımızı bir süredir bu gereklilik üzerine odakladık. TÜSİAD’ın 50. Yılı olan 2021’de kamuoyu ile paylaşmayı planladığımız bu çalışmadan bazı ipuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Göbeklitepe’den başlayan 12000 yıllık bir medeniyetler tarihine tanıklık etmiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafya bir yandan uygarlıkların, dinlerin, geleneklerin harmanlandığı bir mekân, diğer yandan doğu ile batı arasında hem ticaretin hem insan göçlerinin de geçiş yoluydu. Bugün de enerji kaynaklarının, ticaretin ve maalesef yurtlarından sürülen insanların geçiş yolu. Ülkemiz bugün de doğu ile batı arasında köprü olma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli ülkemizin ve toplumun tüm kesimlerinin refahını yükseltmek için kullanmak hepimizin elinde. Topraklarımızın yer üstü, yer altından çok daha zengin ve bu zenginlik daha sürdürülebilir nitelikte. En çok bir nesli doyurabilecek yeraltı maden rezervlerinin en kıymetlisi bile, yüzlerce sene gelecek kuşakları besleyecek tarıma elverişli topraklardan daha kıymetli değil. Bizim sadece bugünü değil gelecek kuşakları da düşünme sorumluluğumuz var. Dünyadaki başarılı ülke örnekleri gösteriyor ki, kalkınmanın gerçekleşmesinde her aşamada iş birliklerinin büyük önemi var. İş dünyası ile üniversiteler, iş dünyası ile kamu kurumları, iş dünyasının kendi içerisinde tedarik zincirleri ve kümelenmeler işbirliklerinin önde gelen örnekleri. Teknolojiyi geliştirmek de, insan yetkinliklerini yükseltmek de, dünyada aşıyı geliştiren ülke örneklerinde olduğu gibi, ancak bu işbirlikleri ve bilim özgürlüğü ortamı sayesinde gerçekleşiyor. İş birliklerinin başlıca koşulu ise toplumda, ekonomide, siyasette güven ortamını yaratmaktır. Kastettiğimiz, kurumlara, kurallara hukukun üstünlüğüne dayanan sürdürülebilir bir güven ortamıdır. Yaptığımız ekonometrik çalışmalar, ülkelerin kalkınmasında en önemli üç unsuru hukukun üstünlüğü, insanların yetkinliği ve teknoloji olarak gösteriyor. Önde gelen unsur ise hukukun üstünlüğüdür. Cumhuriyetimizin 100. Yılına yaklaşırken, hikayemizin dayanağı belli. İnsan kaynaklarımıza, yer üstü doğa kaynaklarımıza, çalışan nüfusun % 74’üne iş ve aş imkanı sağlayan KOBİ’lerin büyüme potansiyeline, tüm alanlarda yaratıcı ve farklı olma kapasitemize inanıyoruz. Yeter ki güven, öngörülebilirlik ve özgürlük ortamını tam anlamıyla sağlayalım. Din, ırk, cinsiyet ve etnik köken ayırımı yapılmayan, tüm kesimleri kapsayan eşit ve adil bir yaşam ortamı yaratalım. Yurt içinde ve uluslararası ilişkilerde sürdürülebilir kurallara ve kurumlara dayalı bir güven ortamı yaratırsak, insanlarımıza yatırım yaparsak, hiç kuşkunuz olmasın ki gerisini siz-biz değil hepimiz olarak gerçekleştiririz. Beni dinlediğiniz ve bu toplantımıza katıldığınız için hepinize teşekkürlerimi sunar, sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl dilerim. Yeni yıla zor koşullarda gireceğimize kuşku yok. Daha önce pek çok kriz yaşamış, bunları yönetmiş ve atlatmış bir ülkeyiz. Temel hak ve hürriyetler konusunda daha az güvenlikçi, daha fazla özgürlükçü bir çizgiye geldiğimiz taktirde, ülkemizin enerjisini verimli ve yapıcı bir yöne sevk edebileceğinden eminim. Geçtiğimiz Cumartesi günü vefatının 18. Yıldönümünde anılan Prof. Dr. Bülent Tanör, 1997 yılında, biraz evvel Yüksek İstişare Konseyi Başkanımız Sayın Tuncay Özilhan’ın bahsettiği gibi, TÜSİAD için “demokratikleşme perspektifleri” raporunu hazırladığında da Türkiye ağır bir krizden geçiyordu. Bu rapor nedeniyle kendisi görev yaptığı İstanbul Üniversitesinde baskılara maruz kaldı. Ama o rapor 2000’li yıllarda AB mevzuatına uyum çalışmalarında ve Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin gündeme gelmesi çalışmalarında faydalanılan çok kıymetli bir rehber oldu. Pandemi öncesinde iktisadi büyüme yaklaşımlarının radikal olarak değişim gösterdiği bir arka plan varken ve yeni, adil ve sürdürülebilir bir küresel denge arayışı hızla sürerken, yeni bir Türkiye Hikayesi’ne ihtiyaç bizce çok açık.
Ancak bu şekilde toplumdaki bölünmeleri, giderek artan karşılıklı itimatsızlığı aşabileceğimizi düşünüyorum. Pek çok çalışmada ve araştırmada bir toplumun kendisini ileriye taşıyabilmesi için en önemli unsurlardan birisinin, hatta başlıcasının güven olduğu ortaya çıkıyor. Bu sözcüğü, hem ortak bir ideale yönelecek olanların birbirine güven duyması anlamında, hem de bu yeni hikâyeye katkıda bulunacak olanların kendilerine güven duymaları anlamında kullanıyorum. Güveni inşa etmeden kolektif gücümüzü, insan kaynaklarımızı, tarihsel birikimimizden kaynaklanan becerilerimizi harekete geçiremeyiz.
Bu anlayışla, biz de çalışmalarımızı bir süredir bu gereklilik üzerine odakladık. TÜSİAD’ın 50. Yılı olan 2021’de kamuoyu ile paylaşmayı planladığımız bu çalışmadan bazı ipuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Göbeklitepe’den başlayan 12000 yıllık bir medeniyetler tarihine tanıklık etmiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafya bir yandan uygarlıkların, dinlerin, geleneklerin harmanlandığı bir mekân, diğer yandan doğu ile batı arasında hem ticaretin hem insan göçlerinin de geçiş yoluydu. Bugün de enerji kaynaklarının, ticaretin ve maalesef yurtlarından sürülen insanların geçiş yolu. Ülkemiz bugün de doğu ile batı arasında köprü olma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli ülkemizin ve toplumun tüm kesimlerinin refahını yükseltmek için kullanmak hepimizin elinde. Topraklarımızın yer üstü, yer altından çok daha zengin ve bu zenginlik daha sürdürülebilir nitelikte. En çok bir nesli doyurabilecek yeraltı maden rezervlerinin en kıymetlisi bile, yüzlerce sene gelecek kuşakları besleyecek tarıma elverişli topraklardan daha kıymetli değil. Bizim sadece bugünü değil gelecek kuşakları da düşünme sorumluluğumuz var. Dünyadaki başarılı ülke örnekleri gösteriyor ki, kalkınmanın gerçekleşmesinde her aşamada iş birliklerinin büyük önemi var. İş dünyası ile üniversiteler, iş dünyası ile kamu kurumları, iş dünyasının kendi içerisinde tedarik zincirleri ve kümelenmeler işbirliklerinin önde gelen örnekleri. Teknolojiyi geliştirmek de, insan yetkinliklerini yükseltmek de, dünyada aşıyı geliştiren ülke örneklerinde olduğu gibi, ancak bu işbirlikleri ve bilim özgürlüğü ortamı sayesinde gerçekleşiyor. İş birliklerinin başlıca koşulu ise toplumda, ekonomide, siyasette güven ortamını yaratmaktır. Kastettiğimiz, kurumlara, kurallara hukukun üstünlüğüne dayanan sürdürülebilir bir güven ortamıdır. Yaptığımız ekonometrik çalışmalar, ülkelerin kalkınmasında en önemli üç unsuru hukukun üstünlüğü, insanların yetkinliği ve teknoloji olarak gösteriyor. Önde gelen unsur ise hukukun üstünlüğüdür. Cumhuriyetimizin 100. Yılına yaklaşırken, hikayemizin dayanağı belli. İnsan kaynaklarımıza, yer üstü doğa kaynaklarımıza, çalışan nüfusun % 74’üne iş ve aş imkanı sağlayan KOBİ’lerin büyüme potansiyeline, tüm alanlarda yaratıcı ve farklı olma kapasitemize inanıyoruz.
Yeter ki güven, öngörülebilirlik ve özgürlük ortamını tam anlamıyla sağlayalım. Din, ırk, cinsiyet ve etnik köken ayırımı yapılmayan, tüm kesimleri kapsayan eşit ve adil bir yaşam ortamı yaratalım. Yurt içinde ve uluslararası ilişkilerde sürdürülebilir kurallara ve kurumlara dayalı bir güven ortamı yaratırsak, insanlarımıza yatırım yaparsak, hiç kuşkunuz olmasın ki gerisini siz-biz değil hepimiz olarak gerçekleştiririz. Beni dinlediğiniz ve bu toplantımıza katıldığınız için hepinize teşekkürlerimi sunar, sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl dilerim.”