TÜSİAD YİK Toplantısı Düzenlendi
TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Toplantısı 17 Haziran Perşembe günü çevrimiçi olarak düzenlendi. Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski tarafından yapıldı. Dünya Ekonomik Forumu Kurucusu ve İcra Başkanı Prof. Klaus Schwab ve BM İklim Değişikliği Konferansı (COP 26) Başkanı The Rt Hon Alok Sharma MP toplantıya konuk konuşmacı olarak katıldı.
TUNCAY ÖZİLHAN - TÜSİAD YÜKSEK İSTİŞARE KONSEYİ BAŞKANI
Pandemide Dünya Mutluluk Oranları
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan açılışta yaptığı konuşmanın girişinde pandemi konusuna değindi: “Salgının tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ivme kaybetmesi sevindirici. Yaygın aşılamada mesafe kat etmiş ülkelerde normal yaşama dönüş başladı. Ülkemizde de kısıtlamalar ve kapanmalar kaldırılıyor. Bu hepimize çok iyi geldi. Çünkü pandemi koşulları moralimizi bozmuştu. Daha umutsuz, daha endişeli, daha kaygılı olmuştuk. Fakat veriler bu depresif ruh halinin sadece pandemi yüzünden olmadığını ortaya koyuyor. Dünya Mutluluk Raporundan, pandeminin ülkelerin mutluluk sıralamasında büyük farklar yaratmadığını anlıyoruz. Pandemi öncesinde en mutlu insanların yaşadığı ülkeler, pandemi sonrasında da bu konumlarını koruyorlar. Türkiye ise 2021 yılı verilerine göre mutluluk sıralamasında son beşte birlik dilim içinde. TÜİK verileri de toplumun yarısından fazlasının mutsuz olduğunu doğruluyor.
Dünya Ekonomisinde Zor Dönem
Ülke ve dünya ekonomisi üzerine de uzun açıklamalar gerçekleştiren Özilhan sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bir ülkenin performansını en iyi değerlendireceğimiz alan vatandaşlarının kendilerini nasıl hissettikleridir. Geleceğe ilişkin inancımız, umudumuz zayıflıyorsa, bir yerlerde bir terslik var demektir. Yapılan çalışmalar, projeler ve açıklamalar, insanımızı mutlu etmiyorsa, neyi niçin yaptığımızı yeniden düşünmek gerekir. İşsizlik ve enflasyon sorunları altında insanların mutlu olması beklenebilir mi? Evet, GSYİH verilerine göre gayet iyi büyüyoruz. Türkiye pandemi karşısında izlenen parasal genişleme ve kredi genişlemesi sayesinde 2020’de ve bu senenin ilk çeyreğinde iyi bir büyüme performansı gösterdi. Ama bu büyüme istihdam yaratmıyor. Nisan ayı itibarıyla evine ekmek götürebilenlerin sayısı üç sene öncesine göre 750 bin azalmış. Üstelik bu performansı devam ettirebileceğimiz konusunda bile kaygılarımız var. Dünya Bankasının yeni yayınlanan raporuna göre, resesyon ertesi en hızlı büyümede, son 80 yılın rekoru kırılacak ve bu sene küresel ekonomi % 5.6 büyüyecek. Gelişmiş ülkeler pandemiyle mücadele için büyük mali ve parasal kaynakları seferber edebildiler. Önlemlerin ve aşılamanın sağladığı başarıyla artık kısıtlamaları hafifletmeye başladılar. Bu sayede gelişmiş ülkeler çok hızlı bir büyüme sürecine girdi. Ancak Türkiye bu olumlu süreçte şimdilik negatif ayrışmaya başladı. Büyümenin öncü göstergesi olarak düşünebileceğimiz PMI endeksleri Türkiye için yavaşlama sinyalleri veriyor. Kredi artış oranları ve Reel Kesim Güven Endeksi de aynı eğilime işaret ediyor. Nitekim sanayi üretimindeki aylık artış hızı azalmaya devam etti ve Nisan ayında neredeyse %1 düşüş gösterdi. Yılın kalanında kısıtlamaların kalkması ve Avrupa’daki kuvvetli talep artışı sayesinde büyüme uzun dönem artış eğilimine oturacaktır. Ama standart tanım itibarıyla sayısı 4.5 milyona yaklaşan işsizler için ilave iş imkanları yaratamazsak, bu büyüme tatminkar olmayacak. İşsiz olanlar, işsizlikten yakınırken, işi olanlar ve emekliler ise hayat pahalılığından dolayı mutsuz. Yüksek enflasyon satın alma gücünü azaltıyor. Pandemi koşullarında işini kaybedenler, borca girenler, hayat pahalılığı nedeniyle refahı gerileyenler, zora düşen esnaf, çiftçi ve KOBİ’ler, adil rekabet kurallarına uyarak iş yapan girişimciler, artan büyümeden kendi paylarına düşeni alamıyorlar. Tüm bunlar, birlik olmayı, ülke olarak karşı karşıya olduğumuz zorluklara beraberce göğüs germeyi zorlaştırıyor. Ekonomik olarak aktif olanların karamsarlığı bir yana henüz hayat gailesine atılmamış, iş ve aş derdine düşmemiş gençlerde de mutluluk yaygın değil. Gençlerin mutlu ve umutlu olması için her şeyden önce iyi bir eğitim almaları, mezun olduklarında iyi bir iş bulma umutlarının olması ve yaşam tercihleri konusunda kendilerini özgür hissetmeleri gerekir. Okullaşma, okul sayısı, öğrenci başına öğretmen sayısı, ortalama sınıf büyüklüğü gibi göstergelerde Türkiye önemli ilerlemeler kaydetti. Ama bu ilerlemeler bir türlü eğitimin kalitesini istenen seviyeye getiremedi. Pandemi dönemi ise, öğretmenlerimizin tüm iyi niyetli çabalarına rağmen eğitimde olan öğrenciler üzerinde telafisi olmayan izler bıraktı. İyi bir gelecek imkanının kendi ülkelerinde değil diğer ülkelerde daha yüksek olduğunu düşünen parlak gençlerimizin yurtdışına gitmeyi tercih etmelerini üzülerek izliyoruz. Kadınlar için ise fırsat eşitliği sorunları hala devam ediyor. İstanbul Sözleşmesinin iptal edilmiş olmasının, kadına şiddete karşı verilen mücadeleyi kolaylaştırmadığı görüşündeyiz. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar için ekonomik, toplumsal ve siyasi hayatta fırsat eşitliği sağlanmadan ve kadına şiddetin önüne geçilmeden hepimizin kendisini iyi hissettiği bir toplum özlemine ulaşamayacağımızı düşünüyoruz.
Hepimizin kendisini ait olmaktan dolayı mutlu hissettiği bir toplum düzeninin önemli bir belirleyicisi de laiklik ilkesi. Cumhuriyetimiz laiklik üzerine kuruldu ve bu ilke toplumsal huzur, birlik ve beraberlik açısından hep önemli oldu ve olmaya devam edecek. İnsan mutluluğunun ve iyiliğinin en temel bileşenlerinden birisi de sağlıklı ve iyi bir çevre. Son günlerde Marmara Denizinde ortaya çıkan musilaj sorunu hepimizi kaygılandırıyor. Uzun yıllardır devam eden atık yönetimi yaklaşımının sonucu olan bu sorun, artık çevreyi kirleterek yaşamaya devam etmenin imkansızlığını hepimize gösteriyor. Çevresel etkisi doğru analiz edilmeyen projelerin insanlığa maliyetleri katlanılamayacak kadar yüksek olabiliyor. Çevreyi ve iklim değişimini hiçe sayan sürdürülebilir olmayan büyüme anlayışının yerine, TÜSİAD’ın uzun süredir üzerinde çalıştığı ekosistemi korumaya özen gösteren bir büyüme yaklaşımını hayata geçirmek zorundayız. Ben buradan tüm iş dünyamızı, daha az tüketen, kaynakları daha verimli kullanan, ürün yaşam döngüsü içinde geri dönüşümü teşvik eden, hammadde maliyetlerini düşüren, sürdürülebilir ürün tasarımı gibi süreçleri içeren döngüsel ekonomi hedefi doğrultusunda çalışmaya davet ediyorum. Daha çevreci bir büyüme perspektifi ütopik bir yaklaşım değil. Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat olarak adlandırılan yeni büyüme stratejisini incelersek göreceğiz ki, bu perspektif Türkiye için bir dizi fırsatı da beraberinde getiriyor. Geçtiğimiz hafta sonu yapılan G7 zirvesinde benimsenen Yeşil Yol ve Kuşak girişimi ve G7 ülkelerinin karbon salımının azaltılması için finansman imkanlarını artırma niyeti de çevre dostu büyüme modeline geçişin düşünüldüğü kadar zor olmayacağını ortaya koyuyor. Büyüme anlayışımızı değiştirmezsek, iklim değişikliğinin ne gibi etkilerinin olabileceğinin örneklerini çoktandır tarımda görmeye başladık. İklim değişikliği sıcaklık dalgaları, kuraklıklar, orman yangınları, seller, kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığını ve yoğunluğunu artırıyor. Geçen sene aşırı hava olaylarında Türkiye’de tüm zamanların rekorlarını yaşadık. Bu koşullarda çiftçilik yapmak adeta kumar oynamaya dönüştü. Mazot, gübre, tohum, ilaç fiyatları hızla yükselirken, kredi kullanarak bin bir umutla ekilen ekinleri kuraklık vurduğunda, çiftçi geleceğe umutla değil kaygıyla bakıyor. Oysaki tarım ve hayvancılık, ülkemizin en stratejik alanlarından birisi. Bu alanda da iklim değişikliğini dikkate alan politikaları acilen uygulamaya geçmemiz gerekiyor. Çevrenin ve ekolojik dengenin bozulması gibi büyük mağduriyetlere yol açan doğal felaketlerden söz etmişken deprem gerçeğini de unutamayız. Nüfusun %20’sini, GSYH'nın % 30'unu, vergi gelirinin % 40'ını ve tedarik zincirlerinin % 50'sini oluşturan İstanbul’da olası bir deprem de bir başka kaygı unsuru. Merkezi yönetim, yerel yönetimler, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, özel sektör-iş insanları gibi tüm paydaşların koordineli hareket ederek depreme karşı hazırlıkların hızla tamamlandığı görmek isteriz. Biz de TÜSİAD olarak lojistik, telekomünikasyon, enerji, finans ve sigortacılık ile tarım ve gıda gibi kritik sektörlerin depreme hazırlık süreci konusunda bir çalışma yürütüyoruz.”
Enflasyon ve Faiz Sorunu
Enflasyon ve faizin sorun olmaya devam ettiğini belirten TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan iş dünyası ile ilgili şunları dile getirdi: “Esnaf, KOBİ’ler ve iş dünyasının diğer mensupları yüksek enflasyon, TL’nin eriyen değeri ve tüm bunların sonucu olan yüksek faizlerden dertli. Geleceğe dönük yapılan hesaplar tutmuyor. Yüklü kredi borçlarının geri ödenme zorlukları iş insanlarını düşündürüyor. Dünyada enflasyonist eğilimlerin olmadığı zaman diliminden maalesef iyi yararlanamadık. Pandemiyle mücadelede şu günlerde elde etmiş olduğumuz başarıyı bir iki ay öne çekebilmiş olsaydık, bu sene turizm gelirlerimiz daha yüksek, cari açık ve TL’nin değeri üzerindeki baskı daha düşük olabilirdi. Para politikası enflasyonla mücadele hedefi doğrultusunda öngörülebilir biçimde uygulanabilmiş olsaydı TL’nin değerini korumak, enflasyonu ve faiz oranlarını daha düşük tutmak mümkün olabilirdi. Maalesef enflasyonla mücadelede işimiz kolay değil. TL’nin değeri ve enflasyon küresel gelişmelerden etkileniyor. Dünyada hammadde ve lojistik maliyetleri artıyor ve enflasyonist işaretler görülüyor. Enflasyonun seyrine bağlı olarak gelişmiş ülkelerin para politikasını sıkılaştırmalarının gündeme gelebileceği bir döneme giriyoruz. Bu da enflasyonla mücadele için bizim de para politikasında sıkılığa bir süre daha devam etmemizi gerektirebilir. Ayrıca yüksek dolaylı vergiler de hayat pahalılığına sebep oluyor. Ağır vergiler vatandaşı eziyor, fakirleşmesine sebep oluyor. Aşırı yüksek vergiler, satın alma gücünü düşürdüğü gibi kaçakçılığı, taklitçiliği ve sahteciliği de besliyor. Dış politikadaki gelişmeler de fon girişini ve dolayısıyla TL’nin değerini etkiliyor. Dış politikamızın uzun vadeli ve istikrarlı bir çizgiye oturması ve liberal küresel sistem yönünde seyretmesi risk primini düşürerek faiz-kur kapanına düşmemizi engelleyebilir. Bu sayede TL’nin değerinde önümüzdeki aylarda yükselme ve enflasyonda bir miktar gevşeme umudumuz olduğunu düşünüyoruz. Hepimiz biliyoruz ki sürekli olarak gelirinden çok harcayan şirket sonunda iflas eder. Şirketler borçlanarak yaptıkları harcamaları finansman maliyetinin üzerinde karlılık getirecek yatırımlara ayırmalıdır. Bu devletler için de geçerlidir. Vatandaşın ödediği vergilerle finanse edilen devletin harcamaları doğrudan insana hizmet etmeyen projelere akıtılırsa sürdürülebilir büyüme sağlanamaz. Harcamalar bilime, sanata, spora, ekonomideki verimliliği artırmaya, gelir adaletini iyileştirmeye, kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine, konjonktürel nedenlerle sıkıntıya giren işçi ve işverenlere destek sağlamaya yönelmelidir. Kadını erkeği, genci, yaşlısı, işçisi işvereni, hepimizi son zamanlarda en çok düşündüren ve kaygılandıran konu ise hukuk devleti anlayışı ile hiçbir şekilde bağdaşmayacak, karmaşık, karanlık ilişkiler ağının mevcudiyetine ilişkin iddialar. Bu iddialar, yolsuzluklar, suç örgütleri, siyasi etik, medya etiği, iş etiği gibi başlıkların kamuoyunda yoğun biçimde tartışılmasına yol açıyor. Kamuoyu nezdinde dile gelen bu şüphelerin giderilmesi gerekiyor.
Son dönemdeki temiz toplum ve temiz siyaset olgularına da vurgu yapan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan sözlerini şu şekilde noktaladı: “TÜSİAD olarak uzun zamandan beri ülkemizde hukuk devletinin uygulama sorunlarını dile getirmek durumunda kalıyoruz. Bundan 23 yıl önceki başkanımız Muharrem Kayhan’ın dediği gibi, temiz toplum, temiz siyaset için her türlü mücadelenin geçmişte olduğu gibi bundan sonra da yanında olacağız. Mevcut tartışmaların hukuk devleti ve demokratikleşme sürecinin gelişmesine hizmet etmesi en büyük temennimiz. Bunun için devam eden reform arayışlarının yeni bir zemine oturtulması gerekecek. Demokrasimiz açısından önemli olan sorunları, konjonktürel ve tepkisel adımlarla değil, yapısal ve ilkesel bir yaklaşımla çözmek üzere ele alabilirsek siyasi sisteme güven de tazelenecektir. Böylece biz de hukuk devleti ve demokrasi vurguları yapmak yerine konuşmalarımızı ekonomik konuların detaylarına ayırma imkanı bulabileceğiz. Konuşmama burada son verirken bugünkü toplantımızı onurlandıran Dünya Ekonomik Forumu Kurucusu ve İcra Başkanı Prof. Klaus Schwab’a ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP-26 Başkanı Sayın Alok Sharma’ya katılımları ve katkıları için çok teşekkür ediyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
SİMONE KASLOWSKİ - TÜSİAD YÖNETİM KURULU BAŞKANI
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski’de gerçekleştirdiği açılış konuşmasına temiz enerji ve temiz çevre vurgusu yaparak başladı. Kaslowski konu ile ilgili olarak: “Denizler, ormanlar, nehirler en büyük zenginliklerimiz arasında. Bu varlıkların getireceği refah, sadece korundukları takdirde sürdürülebilir. Ülkemizin hareketli gündemi içinde dahi, geleceğimiz açısından kritik önem taşıyan sürdürülebilir kalkınma konularını odağımızdan çıkartamayız. Dünyanın pandemi şartlarında da değişmeyen en önemli gündemi iklim değişikliği. Batı; iklim değişikliği ile mücadeleyi aynı anda pek çok hedefi gerçekleştirmek üzere kurguluyor. İklim değişikliğini önleme tedbirleri uygulanırken, büyük bir ekonomik kalkınma dalgası da yaşanacak. Büyük yatırımlar ve finansman; döngüsel ekonomiye geçmiş, karbon nötr olma planı bulunan, ormanlar ve denizlerden sürdürülebilirlik ilkelerini gözeterek faydalanan ülkelere akacak. Önümüzdeki dönemin unicorn şirketlerini; temiz enerji, geri kazanım, doğa dostu hammadde teknolojileri alanlarında göreceğiz. 15-20 yıllık bir dönemde; orman, deniz ve doğasında kirliliğe neden olan ülkelerin küresel ekonomik zincirden dışlanacakları açıktır. Yaşanan çevre ve iklim sorunlarının tehlikeli boyutları; faaliyetlerin henüz planlama aşamasındayken etki değerlendirme çalışmalarının yapılmasının, ÇED raporlarının yeterli kapsamda hazırlanıp uygulanmasının ne kadar kritik önemde olduğunu gösteriyor. Çevre felaketlerinin sonuncusunu Marmara denizinde yaşadık. Cumhurbaşkanlığı genelgesi ile kurulan Marmara Denizi Eylem Planı Koordinasyon Kurulu’nun çalışmalarına akademi, iş dünyası ve sivil toplum örgütlerinin katkısının dahil edilmesi, Kurul’un başarısı ve kapsayıcılığı için çok önemli. Bu anlayışla, TÜSİAD, çevresel sorunlarla ilgili süreçlerde çözümün bir parçası olmayı kararlılıkla sürdürecektir. Doğal kaynaklarımızı ve rezervlerimizi korumalıyız. Bunları kaybedersek, bir daha yerine koyamayız. Ülkemizin, Kasım ayında düzenlenecek COP 26 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı öncesinde Paris Anlaşması’nı onaylaması ve 2050 hedefiyle karbon-nötr yol haritasını hazırlaması çok anlamlı bir adım olacaktır. Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanının bu yol haritasını temel alması önemlidir. ABD’nin son açıkladığı altyapı yatırımları paketi ve G-7 zirvesinde ele alınan altyapı fonu/yatırımları projesi; yeşil ekonominin önümüzdeki dönemin en öncelikli alanı olacağını gösteriyor.En büyük ticaret ortağımız olan AB’nin büyüme stratejisini oluşturan Avrupa Yeşil Mutabakatı, sanayimizin yanı sıra hizmet sektörümüz açısından da sonuçlar doğuracak. AB ile Gümrük Birliği’nin yeşil ve dijital dönüşümü de dikkate alacak şekilde güncellenmesinin elzem olduğunu düşünüyoruz.” dedi.
Pandemi Sürecinde Dünya Ekonomisindeki Değişim
Pandemi sürecinde dünya ekonomisinde değişim olduğunu sözlerine ekleyen Kaslowski sözlerini şu şekilde sürdürdü: “ Dünya ekonomisinde pandemi döneminde ve sonrasında büyük parasal ve mali genişlemelere tanık oluyoruz. Kısa vadede ise, bir enflasyon şoku yaşanıp yaşanmayacağı tartışılıyor. ABD Merkez Bankası FED de dün para politikasındaki değişim sürecine dair ilk sinyali verdi. Dünkü FED kararı, global para politikasında adımlar tersine döndüğünde, TL’nin en ufak bir küresel oynaklıkta ne denli korunaksız olduğunu bir kez daha net şekilde gösteriyor. Pandemi döneminde Batı’da para ve harcama musluklarının sonuna kadar açılması, büyük bir talep artışı da yarattı. Bu durum bize ihracatımızı artırma şansı veriyor. Ancak son yıllarda üretim kapasitesi yatırımlarımız gerekli seviyelerin altında gerçekleşti. Bu nedenle bugün ihracat potansiyelimizi tam anlamıyla kullanamıyoruz. Bu yeni küresel ortamda doğacak fırsatları yakalayabilmek için zaman çok dar. Dengeli ve istikrarlı bir ekonomik ortam sağlanabilir ise, bu yatırım açığını hızla kapatarak daha fazla ihracat yapabiliriz. Ekonomi ile ilgili değerlendirmeye geçmeden önce, her şeyin başında düzeltilmesi gerektiğini düşündüğümüz ve huzurunuzda daha önce de dile getirdiğimiz bir konuya değinmek istiyorum: Türkiye ekonomisinin bugün karşı karşıya olduğu en kritik sorun “kurumsuzlaşmadır”. Kurumlarımızın zayıflaması, karar verme ve uygulama süreçlerinde uzun vadeli, öngörülebilir, bilimsel plan ve aksiyonların yerini kısa vadeli karar ve uygulamaların alması, istişare mekanizmasının yeterince çalıştırılmaması gibi sorunlarımız var. Kurumsuzlaşmanın maliyeti sürekli yükseliyor. Her geçen gün, kurumlardaki bu eriyişin, idari sistemimizin işleyişine, toplumumuzun refah ve huzuruna, ülkemizin piyasalardaki görünümüne, itibarına, güvenilirliğine ne denli ciddi hasar verdiğini daha iyi görüyoruz. Resmi verilerin güvenilirliğinin sorgulanması, kurumların sorumluluklarını yerine getirecek yetkilerden yoksun olması, liyakat kriterinin tam anlamıyla sağlanamaması; güçlü bir iktisadi sürece geçişi, dış dünya ile sağlıklı iletişim ve etkileşimi zorlaştırıyor. Kurumlar demokratik sistemin işleyişi açısından da önemlidir. Siyasetin etkin ve saydam olması demokrasimizin işlerliği için birinci koşuldur. Siyasi partiler demokrasilerin en önemli unsurudur. Siyaseti, parti kapatmalarla, siyasetten yasaklamalarla değil; demokratik kanalları açık tutacak şekilde ele alan, hesap verebilirliği geliştiren, siyasetin finansmanını siyasi etik ölçülerine göre düzenleyen, evrensel hukuk ve AB standartlarında bir yasal altyapı, demokratik sistemimizi hiç şüphesiz güçlendirecektir. Kurumlarımızı sağlam temellere oturtmamız hem ekonomide hem de demokraside bizi daha ileri bir noktaya taşıyacaktır. Ekonomide nereden nereye geldiğimizin kısa bir muhasebesini kişi başına gelirimiz üzerinden yapmak istiyorum. 2000 yılında OECD ortalamasının %18’ine denk gelen kişi başı milli gelirimiz, 2001 yılı hariç, kesintisiz artarak 2013’te %34’e ulaşmıştı. Bu oran 2013’den bu yana her sene azalarak 2020’de %22’ye geriledi. TÜİK’in Gelir ve Yaşam Koşulları 2020 anket sonuçlarına göre, en yüksek gelir sahibi grubun toplam gelirden aldığı pay artarken, en düşük gelire sahip grubun aldığı pay giderek azalmakta. Gelir dağılımındaki adaletsizlik derinleşiyor. 2021 yılını %5.5-6’ya yakın bir büyüme ile tamamlama ihtimalimiz yüksek. Belli başlı ihracat pazarlarımızdaki büyüme elbette bize olumlu yansıyor. Geçen yıl yaratmış olduğumuz şiddetli kredi büyümesinin etkisini de halen büyüme üzerinde görmekteyiz. Ne var ki uzun zamandır büyümemiz sürdürülebilirlik kriterlerinden uzak. Yıllar itibarı ile büyüme kompozisyonumuz çok değişti. Tarımın payı azalırken sanayi, inşaat ve turizmin payı arttı. Döngüsel büyümeleri yüksek oranda yakalasak da, 3 yıllık ortalamalara bakıldığında ihtiyacımız olan seviyelerin çok altındayız. Yıllar itibari ile uzun vadeli büyümemiz ivme kaybediyor ve istihdam yaratma kapasitemiz düşüyor. Geniş tanımlı işsizlik %25-30 bandında. İşsizlik rakamlarındaki artış ve geniş tanımlı işsizliğin artık neredeyse toplumun üçte birini sarması yangının hızla yayıldığını gösteriyor. Dış finansman ihtiyacımız ise 2013 yılında milli gelirin yüzde 15’i iken, bugün yüzde 30’u seviyesinde. Kamu borcu içindeki döviz payının her geçen yıl yükseliyor olması da, diğer bir endişe kaynağı. Öte yandan, resmi verilerdeki enflasyon ile hissedilen enflasyon arasında, açıklanması pek kolay olmayan bir fark var. Hissettiğimiz, aslında şiddetli seviyedeki refah kaybı. Enflasyon beklentilerinin yönetilemeyişi, Merkez Bankası politikalarının öngörülebilirliğinin kalmayışı ve enflasyonu düşürme hedefinde ülkece tam mutabakata varamamış olmamız, fiyat istikrarına ulaşmamızı zorlaştırıyor. Gün sonunda, ülke olarak refah kaybımız hızlanarak sürüyor. Tüm bunlar, Covid krizi gibi, herhangi bir küresel şok anında, ekonominin esnekliğini ve krizle mücadele etmek için kullanabileceğimiz iktisadi araç sayısını da kısıtlıyor. Yüksek ülke risk primine bağlı olarak, ülkemiz içinde bulunduğu yükselen piyasalar kategorisinde sonlarda yer alıyor. Bu tablodaki olumsuzluklara rağmen geleceğe umutla bakabilecek çok güçlü dayanaklarımız olduğunu hatırlayalım. Ekonomimiz; reel kesimi, ihracatçısı ve genç nüfusu ile çok esnek. Gelişme potansiyelimiz çok yüksek. Ekonomimizin tüm paydaşlarını devreye almalı, potansiyelimizi doğru kullanarak hızla yeni bir kalkınma sürecine geçmeliyiz. Bilimselliği kanıtlanmış ve doğru iktisadi politikalarla ekonomiye yeniden dirayet kazandırmalı, istikrarı tehlikeye atabilecek her türlü adımdan sakınmalıyız.”
Eğitim Hayati Önemde
Geleceğimizi ilgilendiren konuları ertelersek, geleceksiz kalma riskimiz olduğunu, Bunlar arasında çok azının, eğitim kadar hayati önemde bulunduğunu belirten TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski sözlerini şu şekilde sürdürdü: “TEDMEM’in Türkiye’nin Telafi Eğitimi Yol Haritası Raporu’na göre, Türkiye OECD ülkeleri arasında, salgının ilk yılında okulların en uzun süre kapalı kaldığı ikinci ülke oldu. Dünya ölçeğinde bu kapalılığın öğrencilere her açıdan ağır bir maliyet yüklediği, yapılan tüm çalışmalarda ortaya çıkıyor. Bazı alanlarda görülen iyileşmeye rağmen, en son 2018’de yapılan PISA puanlarında Türkiye OECD ortalamasının altındaydı. Pandemi döneminde eğitimde yaşanan kayıpların, farklı sosyoekonomik koşullara sahip öğrenciler arasındaki uçurumu derinleştirmesi, telafisi güç sorunlar doğurabilir. Nitelikli eğitim alamayan nesillerin geleceğe güvenle bakabilmeleri çok güçtür. Soru sorma, analitik düşünme, iletişim, fen-matematik, dijital gibi alanlarda beceri kazandıramadığımız çocuklarımızın, yetişkin olduklarında dünyadaki akranları ile başa baş konumda olma olasılığı çok düşüktür. Türkiye eğitim sistemi, tüm katmanlarında, eleştirel düşünceden ürkmeden, yaratıcı düşünceye ket vurmadan, özgür bireyler yetiştirmeye odaklanmalıdır.”
Geçtiğimiz günlerde yapılan bir dizi zirve; Batı dünyasının yeni yönelimleri, Atlantik ittifakının geleceği, ABD ile AB’nin işbirliğinin boyutlarının yanı sıra, Washington-Moskova arasındaki ilişkilerin seyri ve Çin’in dünya sistemi içindeki konumu hakkında bizlere bir fikir verdi. Önceki Amerikan yönetiminin bıraktığı olumsuz izleri de silmeyi hedefleyen Başkan Biden, ülkesinin ittifak bağlantılarını güçlendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken Batı ittifakının değer ve ilkelerini temel taşlar olarak gördüğünü vurguluyor. Birbirleriyle çeliştiği düşünülen jeopolitik öncelikler ile demokratik hak ve özgürlükler bu yeni anlayışta birbirini tamamlıyor.
Transatlantik İttifakının Onarımı
NATO ve G7 Zirveleri’ndedemokratik değerlerin ve insan haklarının ön plana çıkarılmasında yeni dönemin tüm parametrelerini gördüğümüzü belirten Simon Kaslowski önümüzdeki dönemde dünya konjonktürü ile ilgili şunları dile getirdi: “ Birleşik Krallık da, Brexit sonrasında ilk kez ev sahipliği yaptığı G-7 zirvesinde, transatlantik ittifakın onarımının dışında kalmanın yüksek bedel getireceğini görerek sürece uyum gösterdi. Avrupa ve ABD özellikle Türkiye’nin de ilintili olduğu konularda birbirleri ile çok yakın koordinasyon içinde. Bu durum, Türkiye açısından da değerlendirilmeyi bekliyor. Uluslararası alandaki derin yalnızlıktan kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Müttefiklerle ve çevre ülkelerle ilişkilerin onarılmasını, Türkiye’nin stratejik kimliğinin, hedef aldığı çağdaş değerler doğrultusunda netleşmesini, AB ile ilişkilerin al-ver kapanından kurtularak tam üyelik hedefi ile ileriye götürülmesini bekliyoruz. Bunların gerçekleşmesi ülke içinde hak ve özgürlüklerin alanının genişletilmesini, kurumsal yapıya daha fazla özen gösterilmesini de zorunlu kılıyor. Batı ittifakı içinde kalan, sayın Cumhurbaşkanımızın da söylediği gibi nihai hedefi AB üyeliği olan ülkemizde, yakında beşinci yılı anılacak meşum darbe girişimi sonucunda bozulan güvenlik-özgürlük dengesinin onarılması mutlak bir gerekliliktir. Bireysel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamaların kalkması, hukukun üstünlüğüne saygının tesisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyulması, yeni bir onarım döneminin olmazsa olmaz adımlardır. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin AİHM kararlarını uygulamadığı için Türkiye’ye yönelik ihlal prosedürü başlatmayı gündeminde tutması, ülkemiz açısından gerçekten de kabul edilebilecek bir konum olamaz. Son NATO zirvesinde Türkiye’nin de imzasını taşıyan sonuç bildirisi yukarıda kısaca değindiğim ilkelerin ve jeopolitik gerçeklerin Batı ittifakı açısından nasıl harmanlandığını açıkça gösterdi. Gerek hasımların ve tehditlerin tanımlanmasında, gerekse NATO’nun siyasi boyutuna yapılan vurguda demokratik değerlerin ve insan haklarının ön plana çıkarılmasında yeni dönemin tüm parametrelerini görüyoruz. Türkiye’nin bu taahhütleri yerine getirmesinin ülkemizin çıkarına olacağını, dünya düzeninin yeniden kurulduğu bir dönemde çıkarlarımızın Avrupa ve transatlantik ittifakın parçası olmayı gerektirdiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda diğer bazı müttefik liderler ve ABD Başkanı Biden ile gerçekleşen buluşmaların, birikmiş sorunların bu anlayış doğrultusunda çözümüne imkan sağlayacak sonuçlara kapı aralamasını diliyoruz. Bunun ötesinde Afganistan’da Türk askerlerinin ABD ve NATO çekildikten sonra görev yapması kararının da etraflıca tartışılmasından, birliklerimizin güvenliğinin sağlanması için gerekli tüm koşulların oluşturulacağından da emin olmak isteriz.”
TÜSİAD 50 . Yılında Bilimsel Demokratik Değerlerin Taşıyıcısıdır
“TÜSİAD olarak; büyük Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler seviyesine yükselme hedefi ve 50. Yılımızda tüzüğümüzde ifadesini bulan değerlere bağlıyız” diyerek sözlerine devam eden Kaslowski konuşmasını şu şekilde noktaladı: “Hemen her toplantımızda kadın hakları konusuna vurgu yapıyoruz. Ülkemizin İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmesini istiyor ve bekliyoruz. Kolluk kuvvetleri ve yargıdan beklentimiz; kadına şiddeti engelleme konusunda en güçlü duruşu ve uygulamaları göstermeleridir. Kadınların eğitime, istihdama ve yönetime eşit katılımının hayata geçirilmesi de, gelişmiş bir ülke olma hedefimizin ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir. Ülkemizin tüm vatandaşlarıyla demokraside, ekonomide, sosyal yaşamda en üst standartları hak ettiğine inanıyoruz. Geçtiğimiz dönemde toplumun farklı kesimlerinin seslerini farklı iletişim yöntemleriyle duyurmaya çalıştığına şahit olduk. Çocuklar ve gençler pandemide eğitim hayatlarının en zor dönemini yaşarken; kadınlar şiddet sarmalına karşı İstanbul Sözleşmesine güvenirken; akademisyenler özerklikleri için dayanışırken; köylüler doğal ekosistemlerini korurken; iş insanları ve esnaflar işletmelerini ve istihdamı ayakta tutmaya gayret ederken; çalışanlar pandemide yeni koşullara uyum sağlamaya çalışırken, hep daha müreffeh ve daha özgür bir ülke inancıyla taleplerini dile getirdiler. Ülke olarak Marmara denizinin çığlığını maalesef geç duyduk ama paydaşların katılımıyla hızla alınan aksiyon bizi gelecek için umutlandırdı. Toplumun farklı kesimlerinden gelen seslerin, taleplerin de, geç olmadan karşılık bulmasını sağlamak durumundayız. Bu amaçla, insanı odağa alan ve güven ortamını sağlayacak kurum ve kurallar kritik önem taşıyacaktır. TÜSİAD olarak; büyük Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler seviyesine yükselme hedefi ve 50. Yılımızda tüzüğümüzde ifadesini bulan değerlere bağlıyız. Ülkemizin gelişmesi ve kalkınması için fikirlerimizi, akademik bilgiyle desteklenen çalışma ve etkinliklerimizi kamuya ve kamuoyunun yararlanmasına sunmaya şevkle devam edeceğiz.”
DÜNYA EKONOMİK FORUMU KURUCUSU VE İCRA BAŞKANI PROF. KLAUS SCHWAB
Endüstri 4.0 Dünya Değişiyor
Dünya Ekonomik Forumu Kurucusu ve İcra Başkanı Prof. Klaus Schwab’ta konuşmasında Endüstri 4.0 ve dünyadaki değişime vurgu yaptı. Schwab konuşmasında şunları söyledi: “ Yeni teknolojilerin hem umut verici hem de aynı zamanda tehditkâr bir biçimde dünyamızı nasıl hızlı ve derinlemesine değiştirebileceğini görüyoruz. Ben “Endüstri 4.0” kitabımda bu konulara değindim. Bu devrim dünyayı 19’uncu ve 20’inci yüzyıldaki Endüstri Devrimi’ne benzer şekilde dönüştürüyor. O dönemin ileri teknolojileri buhar teknolojisi, elektrik, tren ve otomobildi. 1960’lardan itibaren, üçüncü bir devirme tanık olduk; bu kez devrimin merkezinde bilgisayar/bilişim vardı. İnsan geriye dönüp baktığında bu dönüştürücü dönemleri yumuşak evrimsel yolculuklar olarak görüp, bunların getirdiği kaba ve hatta şiddetli yıkımları yok sayabilir. Oysa her devrim ilerlemenin yanı sıra acı ve kargaşayı da beraberinde getirdi; nitekim Dördüncü Devrim de aynısını yapacak. Yarattığı değişimler global düzeyde ve çok hızlı hareket ediyor; bunlar hükümetleri, sivil toplumu ve nüfusun çok büyük bir bölümünü etkileyecek. Tüm bunlardan yola çıkarak, Dördüncü Endüstri Devrimi’nin sadece sektörlerimizi değil toplumu ve her yerde insanların hayatlarını da etkileyeceğini anlamalıyız.”
BM İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KONFERANSI (COP 26) BAŞKANI THE RT HON ALOK SHARMA MP
İklim Sorunu Önemli
BM İklim Değişikliği Konferansı (COP 26) Başkanı The Rt Hon Alok Sharma MP toplantıda gerçekleştirdiği konuşmada dünyadaki iklim sorununa ve çözüm önerilerine değindi. Sharma konu ile ilgili şunları söyledi: “Konunun en önemli boyutu yeşil büyüme ve enerji dönüşümünün nasıl finanse edileceği meselesi. Gelişmiş ülkelerin iklimle mücadele için gelişmekte olan ülkelere Paris İklim Anlaşmasının öngördüğü finansman ve teknoloji desteğini sağlayıp sağlayamayacakları da ayrı bir konu. İngiltere’de düzenlenen son G7 Zirvesinde liderler milyar dolarlık finansman desteği sağlayacaklarını ifade ettiler. Her durumda enerji dönüşümü ve global ekonominin kademeli olarak karbondan arındırılması süreci çok önemli.”